Çevirmen: Ari
Bölüm 107: Kaza
Devasa altın rengi kılıç gölgesi yavaş yavaş solarken, uğuldayan titreme ve kılıç sesi de usulca dindi. Sorgunun son noktasıydı.
Havada dağılmış toz gibi savrulan ruh bilinci, solgun altın ışıklar arasında bir insan siluetine dönüştü— belirsiz ama tanıdık. Bu kişi Hua Xin’di.
Tam yirmi beş yıldır Feng Xueli’nin bedeniyle, onun suretiyle yaşamıştı. Bu kaotik zaman çizgisinde ruhsal bilinciyle şekil alsa bile hep aynı görünmüştü. Ta ki sonunda asıl suretini gösterdiği şu ana dek.
Wu Xingxue, bir zamanların Lingtai ölümsüz liderine baktı. İçinde tarif edemediği karmaşık bir duygu belirdi. O, Xiao Fuxuan ve bu ölümsüz lider arasında, hiçbir zaman tam anlamıyla “dostluk” sayılabilecek bir ilişki olmamıştı. Aralarındaki sınırlı tanışıklık dahi hep Yun Hai aracılığıylaydı. Ama kim derdi ki, yüzyıllar sonra yolları böylesi bir şekilde kesişecekti…
Hua Xin’in son ruh parçası, asıl suretini taşıdığında, Wu Xingxue arkasında çok hafif bir ses duydu—kum ve taşların yuvarlanışına benzer bir sesti. Rüzgar mıydı, yoksa biri mi vardı?
Tam dönüp bakmak üzereydi ki, Hua Xin’in silik silueti sakince konuşmaya başladı: “Vaktiyle biri bana Tianxiu’nun neden iblisleri en son anlarında sorguladığını merak ettiğini söylemişti.”
Wu Xingxue irkildi, başını çevirip baktı.
Hua Xin’in sesi bu durumda bile sakindi: “‘Belki de son anda iblislerin pişman olmasını umut ediyordur,’ demişti. Kendisi henüz ölümlü iken birçok iblis görmüş; onların son anda pişman olacağına asla inanmamıştı.”
Wu Xingxue, Xiao Fuxuan’a baktı. Xiao Fuxuan, kılıç sapını tutan parmaklarını bir an durdurdu, sonra başını kaldırdı.
“Bu dünyada hiç kimse, sadece ceza gördüğü için ‘yanlış yaptım’ demez,” dedi Hua Xin kendi kendine konuşur gibi, alçak ve hafif bir tonla. “Gerçekten pişman olan kimse yoktur. Eskiden de böyle düşünürdüm, şimdi de fikrim değişmedi.”
Ses tonu yavaşladı: “Şahsen hiçbir zaman bunu merak etmedim. Ama o zamanlar bu konuyu konuşamadığımız için içimde kaldı. Artık ben de Tianxiu’nun sorgusunu yaşadığım için onun adına bu soruyu soruyorum.”
“Bu sorgu, gerçekten iblislerin pişman olmasını sağlamak için mi?”
Xiao Fuxuan, kılıcına dayanmış, başını kaldırmış ve ona bakıyordu. Bir süre sessizlik oldu, sonra soğuk bir sesle yanıtladı: “Bir iblisin pişman olması kimin umurunda olsun ki?”
Hua Xin bir an için şaşkınlıkla irkildi.
“Pişmanlık sahte, korku gerçektir,” dedi Xiao Fuxuan soğukkanlılıkla. “Ve korkmaları yeterli.”
Onun kılıcından geçen binlerce iblis arasında, gerçekten içten pişman olan çok azdı. Ama ne önemi vardı ki? Pişman olup olmamaları kimin umurundaydı?
Zarar verdikleri insanlar çoktan ölmüştü. Pişman olsalar bile kime ne faydası olacaktı? Xiao Fuxuan dışında o pişmanlığı kimse göremezdi.
Bu yüzden pişman olup olmamalarını hiç umursamıyordu. Sadece onların korkmasını istiyordu.
Sorgu altındayken, o uzun ya da kısa yaşamların görüntüleriyle, hepsi ölümden korkardı. Kendi sonlarına nasıl adım adım gittiklerini izlerken, hep bir memnuniyetsizlik, korku ve çırpınış olurdu. Ama kaçamayacaklarını da bilirlerdi. O yüzden korkar, çıldırır, umutsuzluğa kapılırlardı.
Onların ellerinde can vermiş ölümlülerin ölmeden önce hissettiklerini, bu iblisler de yaşamalıydı.
Pişmanlık— değersiz ve kimsenin umursamadığı bir duyguydu.
Xiao Fuxuan hiçbir zaman pişman olup olmadıklarına bakmazdı. Onun istediği tek şey zararı kim verdiyse, karşılığının da o bedende olmasıydı.
Bu onun adalet anlayışıydı.
“Sen hayatımda gördüğüm, ölümsüze en az benzeyen ölümsüzsün,” dedi Hua Xin. “Ölümlülerin ruhlarını huzura erdirmek için bile böylesine kanlı ve sert yollar kullanıyorsun. Ölümsüzlerin merhamet ve yumuşaklığı sende yok. Diğerlerinden tamamen farklısın.”
Bir an durdu, sonra gözlerini kısmış şekilde devam etti: “Lingtai Göksel Yasası’ nın bile seni ve onu kontrol edememesine hiç şaşmamalı.”
“Yanılıyorsun,” dedi Xiao Fuxuan.
“Nasıl yani?”
“Sadece ikimiz değiliz.”
“…Başka kim var?”
“Sayısız kişi.”
“Bir tanesi brokar kesemin içinde. Bizzat ben cesedini gömüp, bedenini kefenledim.”
“Kim?”
“Yi Wusheng. Hua Sekti’nden biri.”
Lingtai’de hayata baştan başlama ve dünyaya geri dönme şansı birinin eline verilse, bunu reddedip arkasını dönerek giden biri olabileceğini tahmin edemezdi…
Böyleleri azdı belki, ama asla yalnızca “iki kişi”yle sınırlı değillerdi.
Hua Xin sessiz kaldı. Çok uzun zamandır Hua Sektine dikkat etmemişti. Bu meşhur sektten daha sonrasında “ay gibi parlak” bir nesil çıkmış mıydı? Şimdi neredeydiler?
Bu soruları hiç önemsememişti. Yalnızca kendi derin karanlığında, duvar diplerinde sürünmeye devam etmişti. Hiç geri dönüp bakmamıştı.
Şimdi bile öyleydi.
Silüeti giderek soldu, ruhsal bilinci incelip yok oluyordu. Ama diğer iblisler gibi korkusu, öfkesi, isyanı yoktu.
Son bir kez, Wu Xingxue’e döndü. Sesi neredeyse duyulamayacak kadar kısıktı: “Lingwang’a son bir soru sormak istiyorum,”
Wu Xingxue bu beklenmedik soruya şaşırdı. “Ne hakkında?”
Hua Xin’in yüz ifadesi bu defa biraz farklıydı. Yine dingin görünüyordu fakat belirsiz bir öfke de vardı. Sanki bütün bu sahne sadece bu son soru için kurulmuştu.
Hua Xin, Wu Xingxue’ye uzun uzun baktıktan sonra sakince konuştu: “Yun Hai, ölümlü aleme indirildiğinde, normalde Xiandu’daki her şeyi unutması gerekirdi. Ancak ben o yıl Dabei Vadisi’nde onunla karşılaştığımda tüm olanları hatırlıyordu.”
Wu Xingxue kaşlarını çattı. Sormak istediği soruyu hemen anlamıştı.
Tahmin ettiği gibi, Hua Xin onun beline asılı Rüya Çanı’na göz attı, sonra ciddi bir sesle sordu: “Bir ölümsüz, ölümlü aleme indirildiğinde geçmişi unutur— bunda senin de payın olmalı. Çanı sallamadığın sürece birinin hafızasının geri gelmesinin öyle kolay olmaması gerek.”
“Yun Hai ilk değil, son da olmayacak. Ondan önce ve sonra da hafızası silinip dünyaya gönderilen birçok ölümsüz oldu. Fakat bildiklerim arasında, bir tek onun her şeyi hatırladığını gördüm.”
“Lingwang, sen mi bir şey yaptın?”
Wu Xingxue hemen cevap verdi: “Hayır.”
Hua Xin sessiz kaldı. Ama inanmıyor gibiydi.
Wu Xingxue devam etti: “Yun Hai ile kişisel dostluğum derindi. Onu ölümlü aleme bizzat ben gönderdim. Çanı da bizzat ben çaldım. Her şeyi unutmasını herkesten çok ben istedim.”
Hua Xin: “Çanı sen çaldıysan, birinin hafızasının geri gelmesinin ne kadar zor olduğunu sen benden daha iyi bilirsin.”
Wu Xingxue’nin kaşları derinleşti.
Hua Xin bir kez daha sordu: “Senin bile yapamadığını, Yun Hai nasıl başardı?”
O yıl Dabei Vadisi’nde Yun Hai’ye kılıç sapladığında gözlerindeki o bakışı hep hatırlardı. O gözlerde Xiandu’dan kalan anılar vardı.
Kimi suçlayacağını bilmediği bir dönemde Hua Xin, Wu Xingxue’ye karşı gizlice bir öfke duymaya başlamıştı. “Rüya Çanı ile silinen anılar bu kadar kolay geri dönebilir mi?” diyordu içinden. Bugünün Wu Xingxue’sine bakınca, bir kişinin hafızasını geri kazanmanın ne kadar zor olduğunu açıkça görüyordu.
Wu Xingxue bile böyle zorlanıyorken, başkaları nasıl başarabilirdi ki?
Yun Hai, Rüya Çanı’nın yardımı olmadan tüm anılarını nasıl hatırlayabilirdi?
Ve Yun Hai’nin karakteri düşünülünce, kim bilir geçmişini hatırlamak ne kadar acı vericiydi. Onlarca yılı nasıl geçirmişti?
Hua Xin, tahmin etmeye bile cesaret edemiyordu.
Bazen düşünürdü: Eğer Yun Hai, geçmişi hiç hatırlamasaydı… Dağlarda gençken kim tarafından kurtarıldığını… Hua ailesinde büyüyüp efsun yapmayı öğrendiğini… Xiandu’ya yükseldiğini… hiç hatırlamasaydı, neler olurdu?
Daha sonraki olaylar hiç yaşanır mıydı?
Dabei Vadisi’nde kılıcı ona saplanır mıydı?
Muhtemelen hayır.
Bunları her düşündüğünde, Hua Xin daha da dibe çöker, daha da geri dönemeyecek bir hâle gelirdi.
Yüzlerce yıldır bu soruyu kimseye sormamıştı. Hiçbir yerde dile getirmemişti. Şimdiyse ruhsal bilinci yok olmak üzereyken, içinde gömülü öfkeyi sonunda seslendirdi.
“Kimi düşünürsem düşüneyim Yun Hai’nin mühürlü hafızasını kimin geri getirdiğini bulamıyorum, aklıma senden başka kimse gelmiyor.”
“Yalnızca sen bunu yapmış olabilirsin.”
Wu Xingxue bir an sessiz kaldı. Cevapsız kaldığı için değil, Hua Xin’in sözlerinin içinde az da olsa gerçek payı olduğu için.
Çanı bizzat o çalmıştı. Yun Hai’nin o anıları geri kazanması, ancak yanlışlıkla çanın melodisini duymasıyla mümkün olabilirdi.
Eğer gerçekten öyleyse… Bu dünyada bunu başarabilecek tek kişi oydu.
Tam o sırada Xiao Fuxuan’ın yüzü soldu, bir şey söylemeye hazırlanırken, birden hafif bir esinti gibi hoş bir ses duyuldu: “Sadece o değil. Bir de ben varım.”
Bu ses, Wu Xingxue’nin sesiyle neredeyse birebir aynıydı. Ama arkalarından geliyordu.
Wu Xingxue şaşırıp Xiao Fuxuan’la göz göze geldi. Hua Xin’in silueti bile irkildi, başını hızla kaldırdı.
Hepsi birden sesin geldiği yöne döndü—
İki figür, rüzgarla birlikte uçup yaklaştı. Uzun çizmeler yere değdiğinde neredeyse hiç ses çıkmadı ama yer altındaki tüm duvarları sarsacak kadar büyük bir baskı dalgası yayıldı.
Xiao Fuxuan’ın kılıcı “Mian” bunu hissedip ince bir sesle titredi, kılıçtan bir parıltı süzüldü.
Wu Xingxue hemen kılıca baktı.
Ama Xiao Fuxuan sessizce: “Sorun yok.” dedi.
Uzun parmağıyla kılıç sapına dokundu. Hafif titreşim anında kesildi, ruh kılıcı hemen sakinleşti.
O zaman yeniden başını kaldırdı ve gelenlere baktı.
Biri altın işlemeli siyah kıyafetler giymişti. Uzun boyluydu, yüz hatları sert ve keskindi. Boynunun kenarında hafifçe parlayıp sönen “Mian” dövmesi vardı. Yanından geçen rüzgâr bile keskin bir kılıç qi’si taşıyordu.
Diğeri beyaz kıyafetler içindeydi, gümüş çizmeleri vardı. Beyaz yeşim bir saç tokasıyla saçlarını toplamıştı, yüzünde gümüş tellerle işlenmiş bir maske vardı. Elinde tuttuğu ruh kılıcı da aynı şekilde gümüşle işlenmişti. Kılıç kını kıyafetine çarpıyor, hafifçe tıngırdıyordu.
O kişi kim miydi?
Tabi ki başka biri değil, karmik dünyanın Tianxiu’su ve Lingwang’ıydı.
Ve az önce “Sadece o değil. Bir de ben varım.” diye Hua Xin’e yanıt veren ses…
Lingwang’ın kendisine aitti.
Yorum