Çevirmen: Khentimentiu
Mu Yi Fan ve Zheng Guo Zong, Zhan Bei Tian’ın söylediklerini duyunca birbirlerine baktılar. Sonra aynı anda başlarını çevirip Zhan Bei Tian’a döndüler ve fısıltıyla sordular.
“Çocuğum mutasyona uğramadı, değil mi?”
“Bir de şey… Çocuk on sekiz yaşında falan değil, değil mi?”
“…”
Zhan Bei Tian İçinden ‘bunların bu kadar çabuk kabullenebiliyor olması hem güzel hem korkutucu. Ben de ne boşuna kasıyorum…’ diye geçirdi.
Zheng Guo Zong, Mu Yi Fan’a kaş çatıp kızdı.
“Sen çocuğuna nasıl mutasyonlu dersin, günah değil mi? Lanetliymiş gibi konuşuyorsun!”
Mu Yi Fan afallamış bir şekilde gözlerini kırptı.
Ya şimdi… Qing Tian Boncuğu önce boncuktu, sonra karnıma girdi bebek oldu mu diyeyim? Kim bilir ileride ne olacak? Küçümseyip geçemem ki.
Kapının önünde bekleyen Zhan Bei Tian hafifçe yana çekildi ve onlara çocuğu görmeleri için izin verdi. İkisi içeri girince, yatağın üstünde usulca oturan ve Zhan Bei Tian gibi yüz hatlarına sahip, iki-üç yaşlarında bir çocukla göz göze geldiler.
Zheng Guo Zong’un gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Bu… Bu saatler önce doğan bebek mi?! Bu ne hız?”
İçeri girerken ettiği laflar meğer gerçek olabilirmiş. Kafasında bir soru daha belirdi.
“Bu çocuk bu hızla büyümeye devam mı edecek? Böyle giderse bir haftaya… Yazık günah.”
Zhan Bei Tian başını iki yana salladı.
“Yok, bundan sonra normal çocuklar gibi büyüyecek. Şimdiki hali zaten son noktası.”
Zaten çocuğu o özel uzay alanıma götürmesem, orada aura emdirip ruhsal banyo yaptırmasam bu kadar hızlı büyümezdi. O da şifalı suyun marifeti. Ama bu haliyle daha iyi oldu. Kıyametin ortasında yeni doğmuş bebekle gezmektense, iki-üç yaşında koşup zıplayan çocukla dolaşmak daha kolay.
Zheng Guo Zong iç geçirip çocuğa baktı.
“İyi bari.”
Yatakta oturan minik bebeğe gözünü dikti. Çocuk ne ağlıyor, ne zırlıyordu. Bildiğin porselen bebek gibiydi. Tatlı mı tatlı, minicik yakışıklı bir suratı var. Tombik yanaklar, belirgin kaşlar, gözleri iri ve pırıl pırıl. Minik dudakları kıpkırmızı, suratında ciddi bir ifade… Tıpkı küçük bir Zhan Bei Tian gibi. İnsan ister istemez sarılıp mıncıklamak istiyor.
Zhan Bei Tian göz ucuyla Mu Yi Fan’a baktı.
Mu Yi Fan içeri girdiğinden beri tek kelime etmemişti ama yüzünden içinde fırtınalar koptuğu belli oluyordu.
Yani şimdi… Bu çocuğu görünce, yirmi yıl önce Zhan Bei Tian’la oyun oynadığım günlere gittim resmen. Ama o zaman oynadığım kişi arkadaşımdı! Şimdiki durum bambaşka, Bu çocuk benim karnımdan çıktı ama bana hiç benzemiyor. Resmen karşımdaki Zhan Bei Tian’ın minyatür hali! Ama insan bunu nasıl sevmesin? Sevmemek elde mi? Minicik, tatlı şey.
Mu Yi Fan yavaşça çocuğun önünde çömeldi, minik suratına dokundu ve hafifçe seslendi.
“Küçüğüm?”
Ama arka plandaki Zheng Guo Zong bu “Küçüğüm” hitabını duyunca kahkahayı bastı.
“Yahu Mu Mu, sen bu çocuk doğar doğmaz onun kölesi olmuşsun zaten! Tatlı tatlı küçüğüm diyorsun bir de!”
“…”
“…”
Tam o sırada bebek Mu Yi Fan’a kocaman gözlerle baktı, kollarını uzattı ve cıvıldadı.
“Babacığım, kucak!”
Zhan Bei Tian dondu kaldı.
Az önceye kadar hiç konuşmamıştı, acaba dili yok mu diyordum. Meğer sadece konuşmak istemiyormuş. Şimdi “babacığım” diyorsa, demek ki Mu Yi Fan’ı çok sevmiş.
Mu Yi Fan “babacığım” kelimesini duyunca bir an dondu, sonra heyecanla çocuğu kucağına alıp öptü.
Çocuk kan bağı taşımasa da karnından çıkmıştı, hem bu kadar tatlı olunca sevmemek mümkün mü?
Zhan Bei Tian içten içe rahatladı.
Doğduğundan beri en çok korktuğum şey buydu, Mu Yi Fan bu çocuğu reddederse çocuk çok üzülür diye korkmuştu. Neyse ki böyle bir şey olmadı.
Zheng Guo Zong, bu tatlı tabloyu görünce onların aile saadetini bölmemek için usulca Zhan Bei Tian’a fısıldadı, ardından odadan çıktı ve kapıyı da nazikçe kapattı.
Mu Yi Fan, bir süre sonra odada sadece kendisinin, çocuğun ve Zhan Bei Tian’ın kaldığını fark etti. Hemen ortamın tuhaflaştığını hissetti.
Zaten Zhan Bei Tian hâlâ benden nefret ediyor mu bilmiyorum. E şimdi bu çocuk hem karnımdan çıktı hem de aynı Zhan Bei Tian’a benziyor. Kim olsa ‘bunların arasında bir şey olmuş’ der. Bu çok garip…
Mu Yi Fan bu gariplikten kaçmak için çocuğu alıp kapıya yöneldi. Tam kapıyı açmıştı ki, arkasından bir ses geldi.
“Üzgünüm.”
Mu Yi Fan afalladı.
Zhan Bei Tian’ın özür dilemesini hiç beklememişti. Üstelik bu adam ‘ister kitapta olsun ister gerçek hayatta’ kolay kolay “özür dilerim” demezdi. O yüzden daha da şok oldu.
Zhan Bei Tian devam etti.
“O gün, erzak deposuna giderken Lu Lin’e saldırdığını sanmıştım. O yüzden…”
Duraksadı, sonra daha ciddi bir tonda söyledi.
“Mu Yi Fan, Yanlış yaptım. Özür diliyorum. Sana burada açıkça söylüyorum, Üzgünüm.”
Mu Yi Fan kapı kolunu sıktı. Ne yapacağını bilemedi.
Şimdi affedersem, sonra yine güvenmeyip aynı şeyi yaparsa ne olacak? Sürekli şüpheyle mi bakacak bana?
Tam bu düşüncelere dalmışken kucağındaki çocuk başını omzuna koydu ve mırıldandı.
“Babacığım, acıktım.”
Mu Yi Fan gerçek dünyaya döndü.
“Acıktın mı? Hadi o zaman, inip bir şeyler bulalım.”
Kapıyı açtı ve çocuğu kucağında taşıyarak odadan çıktı.
Çocuk Mu Yi Fan’ın omzundan Zhan Bei Tian’a baktı ve hafifçe gülümsedi.
“…”
Çocuğun gülüşü masumdu ama sanki “Bu duygusal ani bölmek için özellikle acıktım dedim.” Der gibiydi.
O sırada aşağıdan Sun Zi Hao bağırdı.
“Patron! Yemek hazır!”
Zhan Bei Tian gözlerini çocuğun üstünden alıp yürümeye başladı.
Mu Yi Fan ise çocuğu taşırken kıkırdayarak sordu.
“Küçüğüm, gerçekten aç mısın, yoksa yeşim taşı mı istersin?”
“Yemek yemek istiyorum babacığım!”
Mu Yi Fan çocuğu alıp Zheng Guo Zong’un yanına oturttu.
Hemen herkesin gözleri Mu Yi Fan’ın kucağındaki çocuğa dikildi.
Mao Yu, Sun Zi Hao, Lu Lin ve Xiang Guo dışında herkesin kafasında aynı soru vardı.
Bu çocuk da kim şimdi? Neden tanıdık geliyor?
Derken Zhan Bei Tian içeri girdi.
Gözler bir anda ona çevrildi. Herkes bir Zhan Bei Tian’a, bir çocuğa, bir daha Zhan Bei Tian’a baktı… Ve sonra hepsinin yüzünde aynı şok ifadesi belirdi.
AMAN ALLAHIM!
Bu çocuk… patronun aynısı!
O kadar benziyordu ki… Sanki kalıptan çıkmış kopya gibiydi.
Yüz ifadesi, bakışları… Her şey birebir.
Sun Zi Hao dayanamayıp patlattı.
“Patron, bu çocuğun senin büyük oğlun olduğunu söylemeyeceksin, değil mi?!”
Yorum