Çevirmen: Khentimentiu
Mu Yi Fan, küçük oğlunu da yanına alarak şehrin merkezindeki devasa Jinye Binası’na geldi.
Jinye Binası tam 80 katlıydı ve kıyamet kopmadan önce Mu Teknoloji Grubu’nun bir şubesi burada yer alıyordu. Mu Yi Fan’ın buraya gelme sebebi ise, romanın kurgusunda Mu Ailesi’nin burayı üs olarak kullanıyor olmasıydı. Binanın ilk beş katı insanların kalması için ayrılmıştı. 6. Kattan 26. Kata kadar olan bölümler ise tamamen erzak depolamak için kullanılıyordu.
27.kattan 74. Kata kadar olan bölümler de yine insanlar tarafından barınmak amacıyla kullanılıyordu. Mu Ailesi ise 75. Katta, kendilerine yakın olanlarla birlikte yaşıyordu.
Bodrum katının yarısı otopark, diğer yarısı ise kantin olarak düzenlenmişti.
Şu anda Jinye Binası’nın girişinde üç ayrı devriye ekibi binanın etrafında dolaşıyor, binanın güvenliğini sağlıyordu. Kapının önünde ise on asker dimdik duruyor, ciddi bir şekilde binaya girenleri kontrol ediyordu. Giriş yapmak isteyen herkesin sıkı bir güvenlikten geçmesi gerekiyordu.
Mu Yi Fan kapıya doğru ilerledi, ancak askerler tarafından durduruldu.
“Lütfen kimliğinizi gösterin,” dedi askerlerden biri ciddi bir ses tonuyla.
Kimlik mi?
Mu Yi Fan, yanından geçip binaya giren insanlara dikkatlice baktı. Ellerinde, kimlik boyutlarında siyah renkli özel kartlar vardı. Üzerinde kişinin fotoğrafı, adı ve bir numara yazıyordu.
“Şey… Siz Amiral Mu’nun adamları mısınız?”
Asker kısaca bakıp onayladı.
“Evet.”
Bunun üzerine Mu Yi Fan hemen kendini tanıttı.
“Benim adım Mu Yi Fan, Amiral Mu’nun büyük oğluyum. G Şehri’nden onu bulmak için geldim. Lütfen ona haber verir misiniz?”
Askerin ona inanmayacağından çekinerek, eski kimliğini de çıkartıp uzattı.
Asker kimliğe şöyle bir göz attı ve kısa bir cevap verdi.
“Amiral Mu’nun yalnızca bir oğlu var, o da Mu Yi Hang. Lütfen burayı hemen terk edin.”
“…”
Sadece iki aydır B Şehri’ne geç kalmıştı ama babası Mu Yue Cheng, onu oğlu olarak tanımaz olmuştu?
Ama eğer gerçekten tanımıyor olsaydı, neden bir uçak gönderip Zhan Bei Tian’ı onu almakla görevlendirsin ki? Bu işin içinde bir terslik vardı. Bu ya Mu Yi Hang’in bir numarasıydı ya da onun yerine geçmeye çalışan başka biri vardı.
Mu Yi Fan binaya nasıl girebileceğini düşünürken, aniden tiz bir kadın sesi duyuldu.
“Bu da kim böyle?”
“Bu ekipte hiç böyle birini görmedim.”
Ses tanıdıktı. Mu Yi Fan başını çevirdi ve gelen kadına baktı.
Kadın öyle parlak, öyle gösterişli giyinmişti ki, Mu Yi Fan onu görür görmez neredeyse “Anne!” diye bağıracaktı. Ama sonra hatırladı ki hâlâ romanın içindeydi ve bu kadın ondan nefret ediyordu. Hemen ifadesini ciddileştirdi.
Mu Yi Fan’ı durduran asker hemen rapor verdi.
“Hanımefendi, bu adam Amiral Mu’nun oğlu olduğunu ve kendisiyle görüşmek istediğini iddia ediyor.”
Zhao Yi Xuan alayla güldü.
“Yine bir sahtekâr daha çıkageldi. Bedavadan karnını doyurup, içeri sızmak isteyenlerden biri işte. Bir dahaki sefere böyle birini görürseniz, hiç nazik olmayın, doğrudan kovun.”
“Askerler, bu adama dikkat edin! Bütün B Şehri biliyor ki Amiral Mu’nun tek bir oğlu var, o da Mu Yi Hang. Şuna bak, hırsız kılıklı! Aç kalmış, gelip bizden bedava yemek almaya çalışıyor. Sahtekarın teki işte.”
Mu Yi Fan onun kibirli yüzüne bakarken içinden derin bir küfür savurdu.
Lanet olsun. Kadın hem gerçek annesinin yüzünü taşıyor, hem de bu kadar aşağılık davranıyordu. Yumruğunu sıkmamak için zor tuttu kendini.
Ama daha kötüsü, Zhao Yi Xuan’ın sözleri netti. Mu Ailesi’nin onu tanımadığını açıkça ilan etmişti. Bu işin sonu hiç iyi olmayacaktı. Eğer babası Mu Yue Cheng ile hemen konuşamazsa, Mu Yi Hang ve bu kadın onu öldürür, babası onun B Şehri’ne geldiğinden bile haberdar olamazdı.
Mu Yi Fan, küçük oğlu Mu Qing Tian’ı omzuna aldı ve kadına soğuk bir ifadeyle bakıp konuşmaya başladı.
“Zhao Yi Xuan Hanım, size hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum ama siz sadece babamın ikinci karısısınız. B Şehri’nde herkes biliyor ki sizinle yapılan bir nikâh yoktu. Ne büyük bir düğün yapıldı, ne de nikâh kıyıldı. Dahası, Mu Ailesi’ne ilk geldiğinizde dedemin önünde diz çöküp söz vermiştiniz: ‘Amiral Mu’nun ilk eşinden olan oğluna iyi davranacağım.’ Diye, bu mu sizin sözünüz?”
Bunları söyleyince, Zhao Yi Xuan’ın yüzü biraz değişti.
Geçmişte Mu Yue Cheng’le evlenebilmek için yaptığı her şeyi düşününce öfkeden titredi. Onca aşağılanmayı boşuna mı yaşamıştı?
Bu sırada, Zhao Yi Xuan’ın arkasındaki genç askere gözü takıldı: Zhong Xin Liang.
Zhong Xin Liang, genellikle Mu Yue Cheng’in şoförlüğünü yapardı. Yani Mu Yi Fan’ı çok iyi tanıyordu. Ama şimdi, onu görünce yüzünü çevirmiş, tek kelime etmemişti.
Mu Yi Fan hemen anlamıştı. Zhao Yi Xuan bu askere çoktan tehdit savurmuş olmalıydı.
Etraftaki insanların dikkatini fark eden Zhao Yi Xuan öfkeyle bağırdı.
“Burada boş boş konuşma! Askerler, bu adamı hemen buradan atın! Bir daha da görürseniz, gebertin!”
“Askerler!” dedi Mu Yi Fan ve elini kaldırarak cebinden bir kalem çıkardı. “Az önce söylediklerinin hepsi bu cihazın içinde kayıtlı. Ne dersin Zhao Yi Xuan, babam bunları dinlesin mi, hâlâ beni attırmak istiyor musun?”
Zhao Yi Xuan’ın yüzü bir an dondu ama çabucak toparlandı. Askerlere göz işareti yaptı.
“Ne duruyorsunuz? Cihazı alın elinden, sonra da atın dışarı!”
Mu Yi Fan onun bakışlarını yakaladı. Sonra birden hızlıca hareket ederek askerleri atlattı ve Zhao Yi Xuan’ın arkasına geçti. Elindeki gümüş mızrağı kadının boynuna dayadı.
Kalabalık şok içinde dondu kaldı.
Zhao Yi Xuan boynundaki soğukluğu hissedince panikle bağırdı.
“Mu Yi Fan, ne yapıyorsun sen?!”
Oysa Mu Yi Fan’ın güçsüz olduğu bilgisi çoktan yayılmıştı. Bu yüzden ona bu kadar rahat sataşmıştı. Ama şimdi mızrağı boğazına dayanınca afalladı.
Mu Yi Fan, sırıtarak konuştu.
“Hani ben karnımı doyurmaya gelmiş sahtekârdım? Nasıl oldu da birden adımı öğrendin? Hani senin oğlunun adı sadece Mu Yi Hang’ti?”
Etraftan gelen alaycı bakışlar kadını daha da çileden çıkardı.
“Zhong Xin Liang! On dakikan var, babamı buraya getirmezsen bu kadının suratını çizik içinde bırakırım!”
Zhong Xin Liang tereddüt etti.
“Ne duruyorsun? Yüzümün çizilmesini mi istiyorsun?!”
Mu Yi Fan iç çekti.
Bazı insanlar var ki, acıyı görmeden akıllanmıyorlar.
Nihayet askerlerden biri telsize sarıldı ve durumu Mu Yue Cheng’e bildirdi.
Mu Yue Cheng bu sözleri duyunca öfkeden patladı.
“Evladın babayı ayağına mı çağırır? Oğul, babasının yanına çıkar!”
Ama binanın kapısına gelip, oğlunun karısının boğazına mızrak dayadığını görünce rengi attı.
“Yi Fan! Ne yapıyorsun sen?! Kadının boğazına neden mızrak dayıyorsun?!”
Mu Yi Fan mızrağı indirmedi ve direkt konuya girdi.
“Baba, şu kapıdaki adamlara söyle lütfen. Ben kimim?”
Mu Yue Cheng’in yüzünde öfke vardı.
“Elbette oğlumsun! Kim olacaksın ki başka?!”
“İyi de, kapıdaki askerler az önce bana ‘Amiral Mu’nun sadece bir oğlu var, o da Mu Yi Hang’ dedi. Karınız da beni dilenci gibi aşağıladı, ‘yalancı, beleşçi’ dedi. Hatta bütün B Şehri’nin, sizin sadece bir oğlunuz olduğunu bildiğini söyledi. Ardından da askerleri üstüme saldı, ‘bir daha gelirse dövün’ dedi.”
Mu Yue Cheng dönüp Zhao Yi Xuan’a sertçe baktı.
“Gerçekten böyle bir şey söyledin mi?”
Zhao Yi Xuan’ın yüzü bembeyaz oldu.
“Cheng, ben… ben öyle bir şey demedim…”
Mu Yi Fan kalemi havaya kaldırdı.
“Yeniden dinletmemi ister misiniz?”
Zhao Yi Xuan anında sustu.
Mu Yue Cheng sinirden köpürüyordu ama etrafta onlarca insan izlediği için kendini tuttu.
Kapıdaki askerlere döndü ve net bir şekilde emretti.
“Bu benim oğlum. Öz oğlum. Hemen giriş kartını çıkarın.”
“Emredersiniz!”
Mu Yi Fan hemen araya girdi.
“Baba! Torunun da var! Torununa da kart lazım.”
Mu Yue Cheng ilk kez dikkatlice baktı ve küçük çocuğun sessizce Mu Yi Fan’a sarıldığını fark etti.
“Torun mu?!”
“Evet, senin torunun.”
Mu Yue Cheng’in yüzü bir anda aydınlandı. Askerlere döndü.
“Torunuma da hemen kart çıkarın! Peki sen neden hâlâ kadının boğazına mızrak dayıyorsun?”
Mu Yi Fan sonunda mızrağını geri çekti ve elindeki kalemi Zhao Yi Xuan’a fırlattı.
“Al bakalım, işte kayıt cihazı.”
Zhao Yi Xuan kalemi yakaladı. Tam ağzını açacaktı ki, kaleme baktı… Bu bildiğin sıradan bir tükenmez kalemdi!
“Mu Yi Fan, sen…”
Mu Yi Fan sırıttı.
“Ben bu kalemi her zaman yanımda taşıyorum diye gerçekten kayıt yapabildiğimi mi sandın? Gerçekten çok safsın.”
Zhao Yi Xuan’ın yüzü bir anda yeşil-sarı karışımı bir hal aldı. Hem öfkeden, hem utançtan…
Yorum