Koyu Switch Mode

Captive Prince 2. Kısım

Tüm Bölümler Captive Prince
A+ A-

Çevirmen: butcher

NOT: Vere’de saray kölelerinin özel bir statüsü var. O da ‘pet’. Kişiye özel eğitilmiş evcil hayvan, evcil köle olarak aşağılanıyorlar yani. Çoğu saray mensubunun yanında, fino gezdirir gibi gezdirdiği evcillerini göreceksiniz. Zaten zavallıların finodan tek farkı sabahlar olmasın modu açabilmeleri. Bu ‘pet’ kalıbını da, Türkçeye direkt ‘evcil’ olarak geçirdim. Ne bu sürekli evcil evcil demeyin diye küçük bir uyarı.


 

“Naip dün gece buradaymış?” Parmaklarında yüzükler olan adam, hiçbir giriş cümlesine gerek duymadan doğrudan sordu. Damen başıyla onaylayınca kaşları çatıldı ve alnının ortasında iki çizgi belirdi. “Prens’in ruh hali nasıldı?”

 

“Harikaydı,” dedi Damen.

 

Yüzüklü adam ona sert bir bakış attı. Ardından, Damen’in yemeğinden kalanları toparlayan hizmetliye kısa bir emir verdi. Tekrar Damen’e döndüğünde bakışlarında alışıldık bir soğukluk vardı.

 

“Ben Radel. Burada Sorumlu benim. Sana tek bir açıklamada bulunacağım. Akielos’ta muhafızlara saldırmışsın. Burada da aynı haltı yersen, seni tıpkı gemide olduğu gibi uyuştururum. Sahip olduğun ayrıcalıklar da elinden uçuverir. Anlaşıldı mı?”

 

“Evet.”

 

Yine o uzun, sorgulayıcı bakış. Sanki bu kısa yanıt bile kendi başına şüphe uyandırıcıymış gibi.
“Prens’in hanesine katılmak bir onurdur. Birçok kişi böyle bir konumu arzular. Kendi ülkendeki değersizliğin seni burada ayrıcalıklı bir konuma taşıdı. Bunun böyle olmasını sağlayan kişi de Prens’tir yani bu lütfu için diz çöküp şükretmeyi düşünmelisin. Gururunu geride bırakmalı, eski hayatının önemsiz detaylarını unutmalı ve artık sadece Veliaht Prens’i memnun etmek için yaşamalısın — çünkü bu ülkeyi elinde tutan ve yakında tahta çıkacak kişi odur.”

 

“Evet,” dedi Damen elinden geldiğince minnettar ve uyumlu görünmeye çalışarak.

 

Bugün uyandığında, dünkü gibi bir kafa karışıklığı yaşamamıştı. Nerede olduğunu gayet iyi biliyordu. Bedeni, Laurent’ın dünkü kaba davranışı sayesinde sızlıyordu. Ama şöyle kısa bir içsel değerlendirme yaptığında, aldığı darbelerin eğitim arenasında zaman zaman yediği türden olduğuna karar verip meseleyi bir kenara bırakmıştı.

 

Radel konuşurken, uzaktan kulağına tanımadığı telli bir çalgının Veret tarzı ezgisi doldu. Bu odaların minik deliklerle işlenmiş kapı ve pencereleri, her sesi içeri buyur eder gibiydi.

 

İronikti ama, Radel’in bu durumdan “ayrıcalık” diye söz etmesi
tamamen de haksız sayılmazdı.

 

Burası ne Akielos’ta tutulduğu o kasvetli zindana benziyordu,
ne de gemideki bulanık anılarla hatırladığı uyuşuk, kapalı hücreye.
Kaldığı yer bir zindan değil, kraliyet “evcilleri” için ayrılmış özel konutlardan biriydi.

 

Yemeği, zarif yaprak motifleriyle bezenmiş altın varaklı bir tabakta servis edilmişti
ve akşam rüzgârı penceredeki tülleri hafifçe araladığında,
yasemin ve frangipani çiçeklerinin ince kokusu odaya doluyordu.

 

Ama… her şeyin süsü, gösterişi bir kenara; burası yine de bir hapishaneydi.

 

Boynundaki tasma, boğazından sarkan zincir, yalnızlığı, çevresindeki düşmanlar
ve evinden yüzlerce mil uzak oluşuyla birlikte… hâlâ bir tutsaktı.

 

İlk “ayrıcalığı”, gözleri bağlanarak, bir eskort eşliğinde yıkanmak ve hazırlanmak olmuştu — bunları zaten Akielos’ta bizzat deneyimlemişti.

 

Ama kaldığı odaların dışındaki saray hâlâ onun için bir sır perdesi gibiydi. Telli çalgının sesi kısa bir süreliğine yükseldi, sonra uzaklaşıp yankıya dönüştü. Birkaç kez alçak, melodik konuşmalar duydu. Bir kez de yumuşak, âşığına fısıldanır gibi gelen bir kahkaha.

 

Evcillerin kaldığı kısımdan geçerken Damen, Akielos’tan yalnızca kendisinin gönderilmediğini hatırladı ve içini giderek büyüyen bir endişe sardı.

 

Sarayda büyümüş Akieloslu köleler, bu ortamda muhtemelen hem şaşkın hem de savunmasız kalmışlardı. Kendilerini koruyabilecek becerilere sahip değillerdi. Efendileriyle doğru düzgün iletişim kurabiliyorlar mıydı ki? Çeşitli dillerde eğitilmişlerdi ama Veretçe bunlardan biri olmaya pek uygun sayılmazdı. Çünkü Vere’yle ilişkiler, Konsey Üyesi Guion’un gelişinden önce hem sınırlıydı, hem de genellikle düşmanlıkla doluydu.

 

Damen’in bu dili bilmesinin tek nedeni, babasının ısrarıydı: “Bir prens için düşmanın dilini bilmek, dostun dilini bilmek kadar önemlidir,” derdi hep.

 

Gözlerindeki bağ çözüldü.

 

Bu gösterişe alışması mümkün değildi.

 

Yüksek kemerli tavanından, sıcak suyun birikmiş olduğu çukur havuza kadar, odanın her yeri küçük renkli çinilerle kaplıydı — mavi, yeşil ve altın tonlarında parlayan bir mozaik denizi. Tüm sesler boşlukta yankılanıyor, buhar kıvrılarak yükseliyordu.

 

Duvarları çevreleyen, mahrem buluşmalara ayrılmış kavisli alanlar vardı — şimdilik boşlardı — her birinin yanında hayal gücünü zorlayan şekillerde yapılmış meşaleler duruyordu. Oymalı kapılar ahşaptan değil, metalden yapılmıştı.

 

Tek dikkat çeken şey ise, hamamın genel estetiğiyle hiç uyuşmayan ağır bir ahşap mengeneydi. Kısıtlama aracı. Damen, bunun sırf kendisi için getirilmiş olabileceğini düşünmemeye çalıştı.

 

Gözlerini ondan kaçırarak kapıya çevirdi;
metal yüzeye işlenmiş kabartmalar dikkatini çekti.
Birbirine dolanmış figürler vardı — hepsi de erkekti. Pozisyonlarıysa… oldukça cüretkardı.

 

Gözlerini tekrar havuza çevirdi.

 

“Doğal kaplıca,” dedi Radel, bir çocuğa açıklar gibi. “Su yerin altındaki büyük ve sıcak bir nehirden geliyor.”

 

Büyük ve sıcak bir yer altı nehri.
Damen dudaklarını araladı: “Akielos’ta benzer etkiyi su kemerleriyle sağlarız.”

 

Radel’in kaşları çatıldı.
“Herhalde bunu çok zekice buluyorsundur,” dedi küçümseyerek.
Bu sırada dikkatini başka bir hizmetkâra vermiş,
dalgın bir tavır ile işaret etmişti.

 

Damen’i bağlamadan soyup yıkadılar. Ve Damen, güvenilirliğini ispatlamak istercesine, hayranlık uyandıracak bir itaatkârlık takındı. Belki işe yaramıştı —
belki de Radel zaten uysal mahkûmlara alışkındı.

 

“Suya gireceksin, beş dakikan var.” dedi.

 

Kavisli basamaklar suya doğru iniyordu. Tasması zincirden ayrıldı.

 

Damen kendini suya bıraktı ve kısa süreli, beklenmedik özgürlük hissinin tadını çıkardı.
Su o kadar sıcaktı ki, neredeyse dayanma sınırındaydı — ama yine de iyi hissettiriyordu.
Isı, yavaş yavaş bedenine işliyor, hırpalanmış uzuvlarındaki ağrıyı eritiyor, gerginlikten taş kesilmiş kaslarını gevşetiyordu.

 

Radel çıkarken meşalelere bir madde fırlatmıştı; alevler aniden parladı, ardından yoğun bir duman yükseldi. Oda neredeyse anında buharla karışan aşırı tatlı bir kokuyla dolmuştu. Koku tüm duyulara nüfuz etti; Damen zihninin gevşediğini hissetti.

 

Ve dağınık düşünceleri Laurent’e yöneldi.

 

Yara izin var. Parmakları ıslak göğsü boyunca kaydı, köprücük kemiğine ulaştı ve oradan da o soluk iz boyunca ilerledi. Dün gece içinde kıpırdayan o tuhaf  huzursuzluk,
yeniden ve fark edilir biçimde kıpırdadı.

 

Bu yara, altı yıl önce Marlas Savaşı’nda Laurent’in ağabeyi tarafından açılmıştı. Auguste — Vere’nin veliahtı ve gururu.

 

Damen hâlâ onun koyu altın rengi saçlarını anımsıyordu, çamura ve kana bulanmış kalkanındaki yıldız  nişanını — şimdi ezilmiş, parçalanmış, tanınmaz hâldeydi. Tıpkı o ince işçilikli zırhı gibi, paramparça.

 

O anları net hatırlıyordu:

 

Metalin metale çarparken duyduğu çaresiz soluklar,
kendinin mi başkasının mı olduğunu bile ayırt edemediği nefesler. Hayatı için daha önce hiç savaşmadığı kadar delicesine savaşmıştı o an.

 

Bu anıyı zihninin bir köşesine itti,
ama yerine daha eski ve karanlık bir tanesi geldi.
Zihninin derinliklerinde, bir dövüş diğerini yankıladı.

 

Parmakları suyun altına kaydı, ve başka bir yaraya dokundu. Taşıdığı diğer yara vücudunun daha aşağısındaydı.

 

Bu defa Auguste değildi.
Savaş alanında alınmış bir yara da değildi.
Bu yara, Kastor’un hediyesiydi.



On üçüncü yaş gününde, bir idman sırasında kardeşi onu gerçek kılıçla delip geçmişti.

 

O günü çok net hatırlıyordu. İlk kez Kastor’a bir darbe indirebilmişti. Zafer sarhoşluğuyla miğferini çıkardığında, Kastor ona gülümsemiş ve tahta eğitim kılıçlarını gerçek olanlarla değiştirmeyi önermişti.

 

Damen o an çok gururlanmıştı. “Artık on üç yaşındayım ve gerçek bir erkeğim,” diye düşünmüştü. “Kastor benimle bir erkek gibi savaşıyor!” Kastor ona karşı elini hiç sakınmamıştı, ve Damen elleriyle bastırdığı yerden kan fışkırırken bile bundan gurur duymuştu. Ama şimdi… Kastor’un o gün gözlerindeki karanlığı hatırladığında, birçok konuda yanıldığını fark ediyordu.

 

“Süren doldu,” dedi Radel.

 

Damen başını salladı. Ellerini hamamın kenarına yasladı. Gülünç altın tasma ve kelepçeler hâlâ boğazında ve bileklerindeydi. Meşaleler örtülmüştü ama tütsünün ağır kokusu hâlâ odada asılıydı,
Damen kısa süreli sersemliği silkeleyip attı ve kendini sıcak sudan yukarı itti, su damlaları vücudundan aşağı süzülüyordu.

 

Radel ona bakıyordu — gözleri faltaşı gibi açıktı. Damen elini saçlarının arasından geçirip, ıslaklığı sıktı. Radel’in gözleri biraz daha büyüdü. Damen bir adım atınca, Radel istemsizce bir adım geri çekildi.

 

“Bağlayın,” dedi Radel, sesi biraz boğuklaşmıştı.

 

“Gerek yoktu,” Tabii ahşap mengene bileklerinin üstüne kapanmıştı bile. Ağırdı, kalın ve sarsılmaz — devasa bir taş ya da bir ağacın kökü kadar hareketsiz. Damen alnını tahta yüzeye yasladı, ıslak saçları tahtada değdiği yerleri karartıyordu. “Kavga etmeyi düşünmüyordum,”

 

“Bunu duymak güzel,” dedi Radel.

 

Kurulandı, kokulu yağlarla ovuldu, fazlalıklar yumuşak bezle silindi. Akielos’ta yaşadıklarına kıyasla kötü sayılmazdı.

 

Hizmetkârların dokunuşları hızlı ve nötrdü, hatta cinsel organına dokunduklarında bile en ufak bir art niyet barındırmıyordu. Akielos hamamlarındaki sarışın köle tarafından dokunulduğundaki o duyusal halden eser yoktu. Eh, bu katlanmak zorunda kaldığı en kötü şey değildi.

 

Ama sonra… hizmetkârlardan biri arkasına geçti ve vücudunun giriş noktasını hazırlamaya başladı.

 

Damen öyle şiddetle irkildi ki ahşap mengene gıcırdadı. Arkasında bir yağ şişesinin yere çarpıp parçalandığını ve hizmetkârın korkulu bir çığlık attığını duydu.

 

“Tutun onu,” dedi Radel, kararlı ve sert bir tonda.

 

Onu mengeneden çıkardıklarında, Damen hâlâ  şokun izlerini taşıyordu. Bu seferki itaatkârlığı, hafif bir sersemlikle karışıktı. Ve birkaç dakika boyunca çevresinde olan bitenin tam olarak farkında değildi.
O an onu değiştiren bir şey olmuştu.
Hayır. kendisi değil,
Değişen, durumuydu. Esaretin, tehlikenin — Laurent’ın tehditlerinin ötesinde, — gerçek olduğunu ilk kez tam anlamıyla fark etti.

 

“Boya yok,” diyordu Radel bir hizmetkâra. “Prens sevmez. Takı?—hayır. Altın yeterli. Evet, o kıyafetler. Hayır, nakışsız olacak.”

 

Gözbağı gözlerinin etrafına sıkıca bağlandı.

 

Bir an sonra Damen, çenesinde yüzüklü parmaklar hissetti; Radel çenesini kaldırıyor gibiydi, sanki onu — gözleri bağlı, elleri arkadan bağlı — bir sanat eseriymişçesine seyretmek istiyordu.

 

“Evet, sanırım bu iş görür,”

 

Bu kez gözbağı kaldırıldığında, önünde altın yaldızlı, ağır kapılar vardı ve kapılar itilerek açıldı. Salon sarayın ileri gelenleriyle dolup taşmıştı, içerisi iç mekân gösterisi için hazırlanmıştı.

 

Her köşesinde minderli sıralar, odanın dört bir yanını sarıyordu. Saten perdelerle örtülmüş, sıkışık bir amfitiyatro hissi veriyordu. Havada yoğun bir heyecan vardı. Hanımlar ve genç lordlar birbirine yaklaşarak fısıldaşıyor, bazen ellerini ağızlarına kapatarak dedikodu yapıyorlardı. Hizmetkârlar konuklara içki ve tatlılar ikram ediyor, gümüş tepsilerde şekerlemeler ve şekerlenmiş meyveler taşınıyordu. Salonun tam ortasında, zemine yerleştirilmiş bir dizi demir halkanın bulunduğu dairesel bir çukur vardı. Damen’in midesi bulandı. Bakışlarını kalabalığa çevirdi.

 

Sadece sıradan saray mensubları değil, daha egzotik, gösterişli figürler de vardı. Parlak renkli ipekler içinde, tenlerinin bazı kısımları açıkta, yüzleri abartılı şekilde boyanmıştı. Bir genç kadın, Damen’den bile fazla altın takıyordu; kollarını saran iki uzun bilezik yılan şeklinde kıvrılıyordu. Bir başka yerde, zümrütlerle süslenmiş taç giyen, beline gümüş ve peridottan ince bir zincir dolanan, çarpıcı güzellikte kızıl saçlı bir genç vardı. Sanki bu insanlar, zenginliklerini “evcilleri” aracılığıyla sergiliyordu. Zaten pahalı bir cariyeye daha fazla mücevher takmak gibi…

 

Damen kalabalığın arasında yaşlı bir adam gördü; yanında genç bir çocuk vardı ve adamın kolu çocuğun omzuna sahiplenircesine dolanmıştı. — Belki de oğlunu, sevdiği bir sporu izlemeye getirmiş bir babaydı.

 

O anda buram buram tanıdık tatlı bir koku hissetti — hamamdan bildiği bir koku. Ve bir kadının uzun, ince, ucu kıvrılmış bir borudan derin bir nefes çektiğini gördü. Kadının gözleri yarı kapalıydı, yanındaki mücevherlerle süslenmiş evcilin dokunuşları arasında kendinden geçmiş gibiydi.

 

Tüm salon boyunca, bedenlerin üzerinde gezinip duran eller vardı — küçük ama sayısız ahlaksızlıklar…

 

İşte Vere buydu: baştan çıkarıcı, çürümüş, balla kaplanmış bir zehir diyarı.

 

Damen’in aklı Marlas’taki son geceye kaydı; Şafaktan hemen önceki saatleri. Nehrin karşısında Veret çadırları, gece rüzgârında dalgalanan zengin ipek sancaklar, kahkahalar, üstünlük taslayan sesler… Ve babasının önünde yere tüküren o Veret elçisi.

 

Damen, tasmasının zinciri aniden çekilip onu öne doğru savurunca, eşikte tereddüt ettiğini fark etti. Bir adım. Sonra bir adım daha. Boynundan çekilmektense yürümek daha iyiydi.

 

Doğrudan oyuğun ortasına götürülmediği,
onun yerine mavi ipekle kaplı ve üzerinde altın yaldızlı yıldız deseninin —
Veliaht Prens’in arması — işlendiği bir koltuğun önüne fırlatıldığı zaman,
bunun oyuktan daha mı iyi yoksa daha mı kötü olduğunu kestiremedi.

 

Zinciri, zemindeki bir halkaya sabitlendi. Başını kaldırdığında, zarif çizmeler giymiş bir bacak gördü. Laurent’in geçen gece fazla içtiğine dair en ufak bir iz yoktu. Taze, tasasız ve adeta yüzünde adaletin dinginliği vardı; altın rengi saçları, neredeyse siyah denecek kadar koyu mavi giysilerin üstünde parlıyordu. Gözleri gökyüzü kadar masumdu; ancak dikkatle bakıldığında, içlerinde gerçek bir şey göze çarpıyordu — hoşnutsuzluk.

 

Damen, bunu Laurent’in intikam isteğine yormuştu — amcasıyla geceki konuşmalarını duymuş olmasına bir misilleme. Ama gerçek şuydu ki, Laurent ona başından beri bu şekilde bakıyordu.

 

“Dudağın yarılmış. Biri sana vurmuş olmalı. Ha, doğru ya, hatırladım şimdi. Olduğun yerde kalıp dayak yemeye razı olmuştun. Acıyor mu bari?”

 

Ayıkken daha da beterdi. Damen arkasında bağlı duran kasılmış yumruklarını gevşemeye zorladı.

 

“Bize biraz muhabbet şart oldu. Bak, sağlığını sordum. Şimdi de anılarımı tazeliyorum. Birlikte geçirdiğimiz geceyi düşününce… İnsan gülümseyiveriyor. Sen de bu sabah beni düşündün mü?”

 

Bu soruya verilecek düzgün bir cevap yoktu. Damen’in aklı, istemsizce hamamdaki anılara kaydı; suyun sıcaklığı, tütsünün tatlı kokusu, buharın dalgalanması… Yara izin var.

 

“Amcam tam işler ilginçleşmek üzereyken bizi böldü. Merakımı cezbetti,” Yüzü ifadesiz görünüyordu ama sistematik bir şekilde zayıf noktaları arıyordu. “Kastor’u bu kadar nefret ettirecek ne yaptın?”

 

“Nefret mi?” dedi Damen, başını kaldırarak. Kendi sesindeki tepkiyi fark etti, ne kadar uzak durmaya çalışsa da bu kelimeler onu tetiklemişti.

 

“Yoksa sana duyduğu sevgiden mi gönderdi seni bana? Ne yaptın ona? Turnuvada mı yendin? Yoksa metresini mi becerdin — adı neydi? — Jokaste. Belki de,” dedi Laurent, gözleri hafifçe büyüyerek, “seni becerdikten sonra sen başka yöne kaymışsındır.”

 

Bu fikir öylesine mide bulandırıcı, öylesine beklenmedikti ki Damen ağzında safra tadı hissetti. “Hayır.”

 

Laurent’in mavi gözleri parladı. “Demek mesele bu. Kastor, askerlerine ata biner gibi biniyor. Dişlerini sıkarak mı katlandın, Kral olduğu için? Yoksa hoşuna mı gitti? Gerçekten,” dedi Laurent, “bu düşüncenin bana ne kadar haz verdiğini bilemezsin. Kusursuz: seni zorla altına alıp beceren bir adam… Şişe gibi bir aleti var, sakalıysa amcamınkine benziyor.”

 

Damen, zincirin gerilmesine sebep olacak şekilde fiziksel olarak geriye çekildiğini fark etti.

Böylesi bir yüz ifadesine sahip birinin, böylesine müstehcen kelimeleri gündelik bir tonla söylemesi mide bulandırıcıydı.

 

Daha fazlasının gelmesini, yaklaşan bir grup soylunun varlığı engelledi. Laurent, yaklaşan seçkin saraylılara meleksi bir yüz ifadesi sundu.

 

Damen, ağır koyu giysiler içinde, boynunda Konsey madalyonu taşıyan Konsey Üyesi Guion’u tanıyınca kasıldı. Laurent’ın selamlama esnasında söylediği birkaç kelimeden, komutan havasındaki kadının adının Vannes, sivri burunlu adamın ise Estienne olduğunu öğrendi.

 

“Bu tür eğlencelerde sizi görmek çok nadirdir, Majesteleri,” dedi Vannes.

 

“Bugün eğlenme havasındayım,” dedi Laurent.

 

“Yeni evciliniz epey ilgi uyandırıyor,” dedi Vannes, Damen’in çevresinde dolanarak. “Kastor’un amcanıza  hediye ettiği kölelere hiç benzemiyor. Acaba Majesteleri onları görme fırsatı buldu mu? Çok daha…”

 

“Gördüm,”

 

“Pek memnun görünmüyorsunuz.”

 

“Kastor, saraydaki en güçlülerin yatak odalarına sızmaları için eğitilmiş iki düzine köle göndermiş. Ne büyük mutluluk.”

 

“Ne kadar keyifli bir casusluk yöntemi,” dedi Vannes, kendince rahat bir pozisyon alarak. “Ama Naip’in köleleri sıkı bir gözetim altında tuttuğunu ve daha hiçbirini vermediğini duydum. Her halükârda, arenada boy gösterebileceklerini pek sanmıyorum. Yeterince… ışıltı yok hiçbirinde.”

 

Estienne, narin ve hassas görünümlü, dokunsan bile morarıverecek bir çiçeği andıran evcilini kendine çekerek burun kıvırdı. “Herkesin senin gibi arenayı silip süpürecek kölelerden hoşlandığını sanma, Vannes. Ben şahsen, Akielos’taki tüm kölelerin bunun gibi olmadığını duymaktan memnunum. Böyle değiller değil mi, yoksa öyleler mi?” Son cümlede bir miktar tedirginlik vardı.

 

“Hayır,” dedi Konsey Üyesi Guion, otoriter bir ses tonuyla. “Hiçbiri öyle değil. Akielos soyluluğunda üstünlük, statü göstergesidir. Kölelerin hepsi itaatkâr olur. Sanırım bu da Majesteleri’ne yapılan bir iltifat olarak düşünülmüş — bu kadar güçlü bir köleyi bile diz çöktürebileceğiniz varsayılıyor.”

 

Hayır. Bu bir iltifat değildi. Kastor, herkesin pahasına kendine eğlence çıkarmıştı. Üvey kardeşi için yaşayan bir cehennem, Vere içinse üstü kapalı bir hakaret.

 

“—geldiği yer göz önüne alındığında, bu onun arenadan fırlama bir dövüşçü olduğunu gösteriyor. Kılıç, üç dişli mızrak, hançer… Hepsiyle düzenli olarak dövüş müsabakaları yapılır. Gerçekten barbarca. Kılıç dövüşlerinde neredeyse çıplak olurlar, güreş müsabakalarında ise tamamen çıplak dövüşürler.”

 

“Tıpkı evciller gibi,” diye güldü saraylılardan biri.

 

Sohbet, alay ve dedikoduya dönüştü. Damen pek bir şey anlamadı, çünkü dikkatini toparlamakta zorlanıyordu.  Gözü, onu bekleyen aşağılanma ve şiddet dolu arenanın ortasında kilitlenmişti. Naip’in kölelerini sıkı bir şekilde gözetlediğini öğrenmek, en azından biraz teselli vericiydi.

 

“Akielos’la yapılan yeni ittifak size pek kolay gelmiyordur, Majesteleri,” dedi Estienne. “Herkes sizin o ülkeye karşı hislerinizi bilir. Barbarca gelenekleri ve elbette Marlas’ta olanlar—”

 

Etraf aniden sessizleşti.

 

“Naibim, naibimdir,” dedi Laurent.

(Ç/N: Şair burada amcam ne derse benim ağzımdan çıkmışçasına doğrudur diyor.)

 

“Bahar ayında yirmi bir oluyorsunuz.”

 

“O zaman, amcamın yanında olduğu kadar benim yanımda da ihtiyatlı davranman akıllıca olur,”

 

“Evet, Majesteleri,” dedi Estienne, hafifçe eğilerek kenara çekildi. Açıkça kovulmuştu.

 

Arenada bir hareketlenme oldu. İki erkek evcil arenaya inmiş, rakipler gibi temkinli bir şekilde karşı karşıya duruyorlardı. Biri esmerdi, badem gözlerinde uzun kirpikler vardı. Diğeri ise Damen’in dikkatini daha çok çekmişti: sarışındı ama saçları Laurent’inki gibi limon sarısı değil, daha kumral bir tondaydı. Gözleri mavi değil, kahverengiydi.

 

Damen, hamamdan beri – hatta ipek yastıklar üzerinde uyandığı andan beri içinde taşıdığı o sürekli, hafif gerilimde bir değişim hissetti.
Arenanın ortasında, evcil kölelerin kıyafetleri çıkarılıyordu.

 

“Şekerleme ister misin?” dedi Laurent.

 

Şekeri baş ve işaret parmağı arasında zarifçe tutuyordu, tam da Damen’in yiyebilmesi için dizlerinin üzerine yükselmesi gereken bir mesafede.

 

Damen başını hızla geri çekti.

 

“İnatçı,” dedi Laurent yumuşakça. Ardından şekeri kendi dudaklarına götürdü ve yedi.

 

Arenanın yanına çeşitli aletler sergilenmişti: uzun yaldızlı sopalar, farklı kısıtlama araçları, ancak bir çocuğun oynayabileceği türden altın toplar, küçük bir gümüş çıngırak yığını, kurdeleler ve püsküllerle süslenmiş uzun kırbaçlar. Eğlencelerin oldukça çeşitli ve yaratıcı olduğu açıktı.

 

Ama şu an gözlerinin önünde gerçekleşen şeyin açıklaması basitti: Tecavüz.

 

Evciller birbirlerine sarılmış halde diz çöküp beklediler. Yönetici kırmızı bir fuları yukarı kaldırdı ve bıraktı. Fular dalgalanarak  yere düştü.

 

Evcillerin oluşturduğu o hoş manzara, kalabalığın tezahüratları eşliğinde hızla yerini hararetli bir boğuşmaya bıraktı.

 

Her iki köle de alımlıydı ve vücutları hafifçe kaslıydı—hiçbiri bir güreşçinin yapısına sahip değildi, ama seyirciler arasında efendilerine sokulmuş o narin ve süslü yaratıklardan biraz daha güçlü görünüyorlardı. Esmer olan, sarışından daha güçlüydü ve ilk üstünlüğü ele geçiren o oldu.

 

Damen, önünde olup bitenleri izlerken, Akielos’ta Veretian sarayıyla ilgili duyduğu tüm sapkın söylentilerin gözleri önünde gerçeğe dönüşmeye başladığını fark etti.

 

Esmer olan üzerine çıkmıştı, dizini sarışının uyluklarının arasına bastırarak bacaklarını ayırmaya zorluyordu. Sarışın onu çaresizce üzerinden atmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Esmer, sarışının kollarını arkasından kavramış tutarken, kalçalarını ileri geri itiyor ama henüz içine giremiyordu. Derken, bir kadına girer gibi yumuşakça içine girdi. Oysa sarışın hâlâ çırpınıyordu.

 

Sarışın — önceden hazırlanmıştı.

 

Sarışın bir çığlık attı ve onu üzerinden atmak için kıvranmaya çalıştı, ama bu hareket sadece esmerin daha da derine girmesine neden oldu. Damen bakışlarını kaçırdı, ama izleyici kalabalığına bakmak neredeyse daha beterdi.

 

Leydi Vannes’in evcili yanakları kızarmış halde oturuyordu, sahibesinin parmakları oldukça meşguldü. Damen’in sol yanında, kızıl saçlı bir oğlan efendisinin kıyafetlerini çözmekle meşguldü; içindekini buluncaysa elini sarıp kavradı.

 

Akielos’ta köleler daha ihtiyatlıydı, halka açık gösterilerde erotizm asla bu kadar açık ve saldırgan değildi. Bir kölenin cazibesi özelde tadılırdı. Saray halkı iki kölenin sevişmesini izlemek için toplanmazdı. Ama burada, atmosfer neredeyse seks partisi kıvamındaydı. Ve çıkan sesleri duymazdan gelmek imkânsızdı.

 

Yalnızca Laurent etkilenmemiş gibiydi. Muhtemelen, öylesine yozlaşmış ve doymuş bir ruha sahipti ki, bu gösteri bile nabzını hızlandırmıyordu. Bileği kolçağa yaslanmış, zarif bir şekilde yayılmış oturuyordu. Her an tırnaklarını incelemeye başlayabilirdi.

 

Arenadaki gösteri doruğa ulaşmak üzereydi. Ve artık bu tam anlamıyla bir gösteriydi. Evciller bu konuda oldukça ustaydı ve seyircilerine oynuyorlardı. Sarışının çıkardığı seslerin tonu değişmişti; her itişe uyumlu bir ritim ile ahenk kazanıyordu. Esmer, onu doruğa ulaştırmaya kararlıydı. Sarışın inatla direndi, dudaklarını ısırarak kendini tutmaya çalıştı ama her sarsıcı itişle biraz daha yıkıldı, ta ki vücudu titreyip kendini teslim edene kadar. Esmer geri çekildi ve rasgele bir şekilde sarışının sırtına boşaldı.

 

Damen sırada ne olduğunu biliyordu; sarışının gözleri açılırken, efendisinin hizmetkârı onu arenadan dikkatlice çıkarıp sevecen bir ilgiyle ilgilenirken, ona uzun elmas bir küpe hediye ederken…

 

Laurent, zarif parmaklarını kaldırıp gardiyana önceden kararlaştırılmış bir işaret verdi.

 

Eller Damen’in omuzlarına bastırıldı. Zinciri boynundaki tasmadan çıkarıldı ve o,
avına doğru salıverilmiş bir köpek gibi arenaya fırlamayınca, kılıç zoruyla yönlendirildi.

 

“Bir evcili arenaya çıkartmam için başımı şişirip duruyordunuz,” dedi Laurent, Vannes ve ona katılan diğer soylulara dönerken. “Sizi biraz şımartma vaktinin geldiğini düşündüm.”

 

Bu, Akielos’ta arenaya girmeye hiç benzemiyordu; orada dövüş bir ustalık gösterisiydi, ödülü onur olan bir şovdu.

 

Damen, son bağlarından da kurtarıldı ve tamamen soyuldu—zaten pek de giysisi olduğu söylenemezdi. Bu yaşananların gerçek olduğunu kabullenmek imkânsızdı. Yine o garip, mide bulandırıcı baş dönmesini hissetti… Kafasını hafifçe sallayarak kendine gelmeye çalıştı, ardından gözlerini kaldırdı.

 

Ve rakibini gördü.

 

Laurent onu tecavüzle tehdit etmişti. Ve işte, bunu yapacak adam karşısındaydı. Bu herifin evcil olması mümkün değildi. Damen’den daha ağırdı; iri kemikliydi, kaslıydı ve kaslarının üstünü örten kalın bir et tabakası vardı. Herif güzelliği için değil, boyutu için seçilmişti. Saçları, yağlı siyah bir tabaka gibi kafasını örtüyordu. Göğsünü baştan aşağı kaplayan kıllar kasığına doğru iniyordu. Burnu düzleşmiş ve kırılmıştı; belli ki dövüşe yabancı bir adam değildi — gerçi bu herife yumruk atacak kadar delirmiş birini hayal etmek bile zordu. Muhtemelen bir paralı asker grubundan sürüklenip getirilmişti ve ona denmişti ki: Akielosluyla dövüş, sonra da onu becer, karşılığında iyi ödüllendirileceksin.

 

Gözleri Damen’in bedeninde gezinirken soğuktu.

 

Pekâlâ, fiziksel olarak dezavantajlıydı. Normal şartlarda bu endişe verici bir şey olmazdı. Akielos’ta güreş disiplinle öğretilen bir sanattı; Damen bu alanda hem başarılıydı hem de keyif alırdı. Ama günlerdir sert bir esaret altındaydı ve daha dün, güzel bir dayaktan geçmişti.

 

Vücudu hâlâ hassastı; zeytin tonlu teni her çürüğü gizleyemiyordu.Vücudunda yer yer, rakibine nerelere basması gerektiğini gösterecek belirgin izler vardı.

 

Akielos’ta yakalanmasından beri geçen haftaları düşündü. Dayakları. Zincirleri. Aşağılanmaları. Onurunu hiçe sayan o acı dolu anlar gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçti. Gururu, kuyruk sallayan bir hayvan gibi kıvranıyordu. Bir saray dolusu soylunun önünde tecavüze uğramayacaktı.

 

Arenada bir barbar görmek istiyorlardı ya? O halde barbar nasıl dövüşür gösterecekti.

 

Tiksindirici bir şekilde, başlangıç aynıydı: tıpkı iki evcilin yaptığı gibi, dizlerinin üzerinde, kollarıyla birbirlerini kavramışlardı. Ama bu kez ringde iki güçlü yetişkin erkek vardı, ve bu, evcillerin başaramadığı bir şeyi serbest bıraktı: bağırışlar, hakaretler, bahisler ve müstehcen yorumlar salonun her köşesini doldurdu. Damen rakibinin nefesini duyabiliyordu. Onun erkeksi, terli ve ağır kokusunu, kendi tenindeki ağır gül kokusunun altından dahi alabiliyordu. Ve kırmızı fular kalktı.

 

İlk hamle, bir kolu kırmaya yetecek kadar güçlüydü. Adam dağ gibiydi ve Damen tüm gücünü kullanarak karşılık vermeye çalıştıysa da, o tuhaf baş dönmesi hâlâ peşini bırakmıyordu. Kolları… tuhaf hissediyordu… ağırlaşmış… yavaşlamış…

 

Ama düşünmeye vakit yoktu. Rakibinin başparmakları gözlerini hedef aldı. Damen ani bir dönüşle savuşturdu. Vücudun hassas ve korunmasız yerleri—ki adil bir müsabakada genellikle sakınılırdı—artık her ne pahasına olursa olsun korunmalıydı. Rakibi yırtmaya, parçalamaya ve oyup almaya hazırdı.

 

Damen’in bedeni normalde sert ve sağlamdı, ama morluklarla kaplı bu yeni haliyle hassastı. Ve karşısındaki adam bunu biliyordu. Damen’in aldığı her darbe, daha önce canının yandığı noktalara acımasızca isabet ediyordu. Rakibi hem zalim hem de tehlikeliydi—ve belli ki olabildiğince hasar vermesi emredilmişti.

 

Tüm bunlara rağmen ilk üstünlük Damen’deydi. Her ne kadar kendinden daha ağır biriyle dövüşüyor ve tuhaf bir sersemlikle boğuşuyorsa da, teknik hâlâ bir şeyler ifade ediyordu. Adamı kavramayı başardı. Ancak bitirici darbeyi indirmek için gereken güç yerine, kaslarının titreyen bir zayıflığa teslim olduğunu hissetti. Diyaframına yediği ani darbeyle ise ciğerlerindeki tüm havayı boşalttı. Adam, Damen’in kavrayışından kurtulmuştu.

 

Yeni bir denge noktası buldu. Tüm ağırlığıyla adamın üzerine yüklendi. Rakibinin titrediğini hissedebiliyordu. Ama bu hamle beklediğinden fazlasını tüketti. Adamın kasları altında gerildi ve bu kez tutuş bozulduğunda, Damen omzunda keskin bir acı hissetti. Nefesi düzensizleşti.

 

Bir şey doğru değildi. Hissedilen bu halsizlik doğal değildi. Yeni bir baş dönmesi dalgası bedenini sararken, O keskin, tatlı kokuyu düşündü… Tütsü… Banyoda yayılan o yoğun buhar… Uyuşturucu, dedi kendi kendine, soluk soluğa kalırken. Solumakla kalmamış, resmen içinde pişirilmişti. Hiçbir şey şansa bırakılmamıştı. Laurent, bu dövüşün sonucunu garantilemişti.

 

Aniden gelen bir saldırı daha, Damen sendeledi. Kendini toparlaması fazlasıyla uzun sürdü. Etkisizce boğuştu; birkaç saniyeliğine ikiside tam kavrama sağlayamadı.

 

Adamın vücudu terden parlıyordu, bu da tutuşu daha da zorlaştırıyordu. Damen’in bedenine önceden sürülen yağ ise ona ironik bir şekilde beklenmedik bir avantaj sağladı, rakibin kavrayışını boşa çıkardı. Bu, bir an için Damen’i korudu. Belki de kaderin alaycı bir lütfuydu. — erdemini geçide olsa koruyordu. Tam kahkahaya boğulacak gibi oldu ama zamanlama hiç uygun değildi. Adamın sıcak nefesini ensesinde hissetti.

 

Bir sonraki saniyede sırtüstü yere kapaklanmıştı, altın tasmasının hemen üzerinden gelen baskıyla nefes borusu eziliyor, görüşü kararıyordu. Adamın kendisine bastırdığını hissetti. Kalabalığın sesi dalga gibi yükseldi. Damen’e doğru ileri geri sürtüyordu, soluğu kesik hırıltılar hâlindeydi. Damen var gücüyle kıvranıyor ama bu kavrayışı kıramıyordu. Bacakları zorla iki yana açıldı. Hayır. Umutsuzca kullanılabilir bir zayıflık aradı — ama hiçbir şey bulamadı.

 

Adam hedefine kilitlenmişti; hem onu bastırmaya hem de zorla içine itmeye çalışıyordu. Damen elinde kalan son gücüyle saldırdı, ve tutuşun hafifçe sarsıldığını hissetti—pozisyonları az da olsa kaydı—bir denge yakaladı—bir kolu serbestti— Bileğindeki ağır altın kelepçeyi kullanarak yumruğunu savurdu, kelepçe adamın şakağına demir bir çubuğun etle kemiğe çarpması gibi mide bulandırıcı bir sesle indi.

 

Bir an sonra Damen, belki de gereksiz yere, sağ yumruğunu da savurarak sersemlemiş ve sendeleyen rakibini yere serdi. İri vücudu Damen’in üzerine devrildi. Onu iterek kendinden uzaklaştırdı, içgüdüsel olarak aralarına mesafe koydu. Boğazı hassastı, öksürdü, boğazını ovuşturarak ciğerlerine hava doldurdu… Nefes alabildiğini fark edince, yavaşça dizlerinin üzerine kalktı, oradan da ayaklarının üstüne.

 

Tecavüz artık söz konusu bile değildi. Sarışın evcil ile olan küçük gösteri tamamen performanstı. Bu derece yozlaşmış saray mensupları bile bilinçsiz bir adamı zorlamasını beklemiyordu. Yine de kalabalığın hoşnutsuzluğu artık hissedilebiliyordu. Kimse bir Akieloslunun Veretian’a karşı galip geldiğini görmek istemiyordu. Hele ki Laurent hiç istemezdi. Guion’un sözleri yankılandı zihninde, neredeyse delice bir netlikle: “Zevksizlik.”

 

Henüz bitmemişti. Uyuşturucunun puslu sisini delip geçerek kazanmak yetmezdi. Çünkü burada kazanmanın bir yolu yoktu. Naip’in emirlerinin arena ‘eğlencelerine’ kadar uzanmadığı açıktı. Artık Damen’e ne olacaksa, kalabalığın onayıyla olacaktı.

 

Ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. İçindeki her isyankâr dürtüye rağmen, kendini öne doğru itti ve Laurent’ın önünde diz çöktü.

 

“Sizin hizmetinizde dövüştüm, Majesteleri.” Hafızasını zorlayarak Radel’in sözlerini aradı ve buldu: “Varlığım yalnızca Prensimi memnun etmek içindir. Zaferim şanınıza yansısın.”

 

Başını kaldırmamayı akıl etti. Sesini olabildiğince net çıkardı, sözleri hem Laurent’a hem de onları izleyen kalabalığa yönelikti.  Mümkün olduğunca itaatkâr görünmeye çalıştı. Zaten bitkin ve dizlerinin üzerindeyken, bu pek de zor sayılmazdı. Şu anda birisi ona vursa, olduğu yere yığılırdı.

 

Laurent sağ bacağını hafifçe uzattı, biçimli çizmesinin ucu Damen’in önüne geldi.

 

“Öp,” dedi Laurent.

 

Damen’in tüm bedeni bu emre isyan etti. Midesi kasıldı; kalbi göğüs kafesine çarparcasına atıyordu. Bir aleni aşağılanma, yerine diğerini bırakıyordu. Ama… seyircilerin önünde tecavüze uğramaktansa bir ayağı öpmek daha kolaydı… değil mi?

 

Başını eğdi ve dudaklarını o pürüzsüz deriye bastırdı. Bunu, bir vasalın lordunun yüzüğünü öpmesi gibi, acele etmeden, saygıyla yapmaya zorladı kendini. Dudakları, yalnızca çizmenin burun kıvrımına dokundu. Akielos’ta istekli bir köle, daha yukarı çıkıp… ayak bileğine kadar öpmeye devam ederdi, hatta daha cesaretli olanlar daha yukarısını — sert baldırını — öperlerdi.

 

Damen, Konsey Üyesi Guion’un sesini duydu: “Gerçek bir mucize yaratmışsınız. Bu köle gemide tamamen dizginlenemez hâldeydi.”

 

“Her köpek tasmasına alışır,” dedi Laurent.

 

“Harikulade!” dedi Damen’in tanımadığı, yumuşak ve asil bir ses.

 

“Konsey Üyesi Audin,” dedi Laurent.

 

Damen, daha önce seyirciler arasında gördüğü yaşlı adamı tanıdı. Yanında oturan oğlu ya da yeğeniyle gelmişti. Giysileri, Laurent’inkiler gibi koyu renkteydi ama oldukça şıktı. Tabii bir prensin şıklığına ulaşamazdı— ama yakın denebilirdi.

 

“Ne zafer ama! Köleniz bir ödülü hak ediyor. Bırakın da ona bir ödül sunayım.”

 

Laurent, tekdüze bir tonla: “Ödül?”

 

“Böylesine bir dövüş — gerçekten muazzamdı — lakin doruk noktası eksikti. Hadi izin verin, ona asıl zaferini bir ‘evcil’le yaşatalım. Bence,” dedi Audin, “hepimiz onun asıl performansını görmeye hevesliyiz.”

 

Damen’in bakışları evcile döndü.
Bitmemişti. “Performans” derken ne kastettiğini düşündü ve midesi bulandı.

 

O genç oğlan, adamın oğlu değildi. Henüz ergenliğe bile ulaşmamış bir evcildi; İncecik kolları, gelişmemiş bedeniyle hâlâ büyüme çağının çok başındaydı. Damen’den korktuğu her halinden belliydi. Küçücük göğsü hızla inip kalkıyordu. En fazla on dört yaşında olabilirdi. Ama daha çok on iki gibi görünüyordu.

 

Damen, Akielos’a dönme şansının mum alevi gibi sönüp gittiğini ve özgürlük kapılarının tamamen kapandığını hissetti. İtaat et. Kurallara uy. Prens’in çizmesini öp. Oyunlarına katıl. Gerçekten yapabileceğini sanmıştı.

 

Son gücünü topladı ve konuştu: “Bana ne yaparsanız yapın. Ama bir çocuğa tecavüz etmeyeceğim.”

 

Laurent’in ifadesi bir anlığına değişti.

 

Ve itiraz… beklenmedik yerden geldi. “Çocuk değilim ben.” dedi oğlan, somurtkan bir suratla. Damen ona kuşkuyla baktığındaysa, çocuk anında bembeyaz kesildi ve korkuyla titredi.

 

Laurent, bakışlarını Damen’le çocuk arasında gezdirdi. Kaşları çatılmıştı; sanki bir şey anlam veremediği ya da planladığı gibi gitmediği için rahatsızdı.

 

“Neden olmasın?” dedi aniden.

 

“Neden olmasın?” dedi Damen. “Karşılık veremeyenlere saldırmak senin korkaklığın, zayıflara zarar vermekten zevk almam ben.” Aklını kaybedecek gibiydi; kelimeler dudaklarından kendi anadilinde döküldü.

 

Damen’in dilini bilen Laurent—öylece bakakaldı. Damen de bakışlarını kaçırmadı, söylediklerinden zerre pişmanlık duymuyordu. İçinde yalnızca tiksinti vardı.

 

“Majesteleri?” dedi Audin, kafası karışmış bir halde.

 

Laurent sonunda ona döndü. “Köle, eğer evcilinizi baygın, ortadan ikiye yarılmış ya da korkudan ölmüş halde arzu ediyorsanız, başka birini bulmanız gerektiğini belirtiyor. Ne yazık ki bu tür talepler onun hizmet kapsamına girmiyormuş.”

 

Locasından doğruldu. Laurent önünden geçip giderken, Damen neredeyse geriye sendeleyecekti; prensi, kölesini tamamen görmezden gelerek yürüdü. Ve Damen, Laurent’in bir hizmetkâra şöyle dediğini duydu: “Atımı kuzey avlusuna getirin. Biraz hava alacağım.”

 

Ve sonra her şey — sonunda ve beklenmedik şekilde — bitmişti. Her nasılsa gerçekten bitmişti. Audin kaşlarını çatarak ayrıldı. Evcili de Damen’e anlamlandırılamayan kısa bir bakış attıktan hemen sonra tıpış tıpış takip etti.

 

Damen’e gelince, ne olup bittiğine dair hiçbir fikri yoktu. Başka emir gelmeyince, başındaki muhafız onu giydirip hareme geri götürmeye hazırladı. Etrafına baktığında arenada kimsenin kalmadığını fark etti; paralı askerin taşınıp taşınmadığını ya da kendi başına çıkıp gitmiş olup olmadığını dahi görmemişti. Arenanın öbür ucunda, yerde ince bir kan izi vardı. Bir hizmetkâr dizlerinin üzerinde, lekeyi temizliyordu.

 

Damen, yüzler denizinin arasından geçirilirken yönlendiriliyordu. O yüzlerden biri, beklenmedik şekilde ona seslenen Lady Vannes’a aitti.

 

“Şaşırmış görünüyorsun… yoksa çocuğu tatma hevesin kursağında mı kaldı? Alışsan iyi olur. Prens, evcillerini tatmin etmemesiyle meşhurdur.” Ardından alçak bir tonda uzayan kahkahası, diğer sesler ve eğlenceyle karıştı. Amfitiyatronun karşı tarafında, saraylılar neredeyse hiç sekteye uğramadan öğleden sonraki eğlencelerine geri dönmüşlerdi.

 

Etiketler: novel oku Captive Prince 2. Kısım, novel Captive Prince 2. Kısım, online Captive Prince 2. Kısım oku, Captive Prince 2. Kısım bölüm, Captive Prince 2. Kısım yüksek kalite, Captive Prince 2. Kısım light novel, ,

Yorum