Çevirmen: Ari
Bölüm 104: Yarım Kalan Ömür
Daha dünyada yalnızca İlahi Ağaç varken, henüz Xiandu bile yokken, ölümlü âlemde pek çok yetişimci vardı. Fakat o zamanki yetişimciler kendi yöntemleriyle çalışır, daima yalnız başlarına dolaşırlardı. Bir araya gelmeleri nadirdi, bu yüzden de herhangi bir sistem veya düzenleri yoktu.
O dönemde güneybatı bölgesi, çoğunlukla alışılmadık tekniklerle tanınırdı.
Oradaki yetişimciler çoğunlukla kukla sanatı, zehirli ilaçlar ve gizemli oluşumlar üzerine çalışırlardı.
Kuzey tarafında, Taiyin Dağı’ndan, Mianzhu ile Wuduan Denizine kadar olan bölge buz gibi soğuk ve karla kaplıydı; buralardaki yetişimciler genellikle ateş, içsel gelişim, mühürler ve tılsımlar üzerine çalışırlardı.
Güneydoğuda ise sık sık savaşlar olurdu, bu nedenle yetişimciler genellikle savaş silahları, mızrak ve kılıç tekniklerini uygularlardı.
Tabii ki silah ve kılıç varsa, karşı karşıya gelmek ve rekabet etmek de kaçınılmazdı. Üstelik güneydoğuda pek çok şehir ve kasaba bulunduğundan, yetişimciler arasındaki etkileşim daha fazlaydı.
Böylece ilk sektler burada ortaya çıkmaya başladı.
Bu sektler arasında, iki tanesi yüzlerce yıl boyunca varlığını sürdürerek, sonraki nesillerdeki ölümsüz sektler arasında büyük bir üne sahip oldular.
Bu iki tarikattan biri, Mengdu’da bulunan Feng Sekti; diğeri ise Chunfan Şehrinde bulunan Hua Sekti’ydi.
Sonraki nesiller, bu iki büyük ölümsüz tarikatın birbirine pek de uzak olmadığını bilirlerdi.
Aralarındaki ilişki ise aile dostluğu sayılırdı, oldukça samimiydiler.
Fakat çok az insan, bu iki ailenin aslında en başında aynı sektten geldiklerini bilirdi.
Feng ve Hua sektlerinin ataları, aynı yetişimciye diz çökmüş, onun yanında kılıç yolunu öğrenmişlerdi. Bu nedenle, aslında kardeş sayılırlardı.
Aynı sektten gelseler de, iki tarafın doğası tamamen farklıydı. Bu yüzden geliştirdikleri kılıç teknikleri iki ayrı yöne evrilmişti: Biri keskinliği ön planda tutarken; diğeri sakinlikte ve akıcılıkta ustalaşmıştı.
Hua ailesi, ikinci yolda olandı.
Aynı sektten gelmeleri ve kardeş müritler olmaları nedeniyle, her biri kendi sektini oluşturduktan sonra da kaçınılmaz olarak hep karşılaştırılmışlardı: Hangisinin ünü daha büyük? Hangisinin yetişimi daha iyi? Hangi sektin müritleri daha olağanüstü?
Fakat o zamanlar Hua Sekti pek dikkat çekici değildi. Kiminle kıyaslansa, her seferinde geride kalırdı.
Yetişim dünyasında Hua Sekti söz konusu olduğunda en sık duyulan değerlendirme şuydu:
“Yetenekleri sıradan.”
Böylece, birkaç nesil boyunca vasat ve sıradan bir sekt olarak bilindiler.
Ta ki bir istisna ortaya çıkana kadar.
Bu kişi, Hua Sekti’nin o dönemki reisinin büyük oğluydu. Adı sadece bir harften oluşuyordu: Xin.
Daha çok küçük yaştayken bile mükemmel bir potansiyeli vardı.
Diğer öğrenciler hâlâ kılıç tekniklerini zar zor ezberlemeye çalışırken ve kılıcı ellerinde düzgün tutamazken o, uzun bir dal parçasıyla bile kıdemli ölümsüzlerle yarışabilecek düzeye gelmişti.
Ki henüz yedi yaşında bile değildi.
O zamanlar dünyada sık sık şöyle söylentiler dolaşırdı: “Küçükken olağanüstü yetenekliymiş, ama büyüdüğünde beklentileri karşılayamamış.”
Hua Sekti içinse, yüz yıl boyunca “vasat ve sıradan” diye yargılandıktan sonra, böyle bir dâhiyle karşılaşmak kolay elde edilen bir şey değildi.
Doğal olarak onu bir an bile boş bırakmamışlardı— çünkü bu dâhinin söylentilerdeki “beklentileri karşılayamamış” denilen kişiye dönüşmesini istemezlerdi.
Bu yüzden, Ölümsüz Ming Wu’nun, Hua Xin’e yaptığı sorgunun başlangıcı, birbirini tekrar eden tekdüze anılardan oluşuyordu.
Hua Sekti’nin öğrencileri, eğitimlerini hep mürit salonunda alırlardı.
Sekt Lideri’nin öz çocukları dahi bu öğrencilerle hiçbir fark taşımazdı. Bütün öğrenciler sık sık konakta oyunlar oynar, eğlenirlerdi. Bir tek o, yani Hua Xin, kılıç eğitim alanının yanındaki yüksek kulede özel olarak yerleştirilmişti.
Bu yüksek kule birkaç kattan oluşuyordu: bir katı meditasyon içindi, bir katı kütüphaneydi, daha alt katta ilaç odası ve ana salon bulunuyordu.
Yirmi yaşına basana dek, günleri yalnızca eğitim ve uygulamayla geçmişti.
Sadece yıl sonu yapılan ibadet töreni dışında, yüksek kuleden dışarı neredeyse hiç çıkmamıştı.
Sekt lideri, herhangi bir gürültü olmaması için başkalarının bu bölgeye yaklaşmasını da kesinlikle yasaklamıştı.
O yıllarda Hua Xin’i en çok gördüğü kişi, oluşum sanatı ve ilaç hazırlama eğitimi veren bir ustaydı.
Söylenene göre bu usta son derece katıydı, yüzünde daima ciddi bir ifade olurdu, bu yüzden burnunun yanlarında derin kırışıklıklar oluşmuştu— yüzüne bakan biri, onun kolay geçinilen biri olmadığını hemen anlardı.
Denilene göre bu adamdan övgü almak göğe yükselmek kadar zordu, ama azar ağzından hiç eksik olmazdı.
Fakat, Hua Sekti’nin o yüksek kulesinde işler tam tersiydi— tek bir azarlama bile duyulmamıştı.
İlk başlarda, usta kendini tutamaz, sürekli övgüler yağdırırdı: “Hua Xin, yüz yılda bir bulunacak kadar harika bir yetenek,” derdi. “Zekâsı olağanüstü.”
Fakat bu övgüler tekrar tekrar söylendikçe artık yeni bir şey kalmamıştı, bir süre sonra övgüler de azaldı.
Daha sonraları, usta bazen yüzünde endişeli bir ifade ile görünmeye başladı, nedensizce iç çekerdi.
Hua Xin, başkalarının meselelerine pek karışmazdı, bu yüzden o iç çekişleri duysa da, oluşum metinleri ve ilaç tarifleri yazmaya devam ederdi.
Ta ki bir gün, hocanın bakışları artık öylesine açık ve doğrudan hâle geldi ki, Hua Xin elindeki kalemi durdurdu ve başını kaldırıp sordu: “Xiansheng* bana bakıp iç çektiğine göre, benim yüzümden mi sıkıntılısınız?”
[ÇN: *Ögretmen/hoca.]
Karşısındaki adam uzun süre sessiz kaldı ve ardından şöyle dedi: “Hua Sekti’nin öğrencileri mürit salonunda eğitim görüyor.Çalışırken gayret ediyor, boş zamanlarında ise şakalaşıp eğleniyorlar. Ama sadece sen daha çocukken buraya yerleştirildin, her gün eğitimle meşgulsün, asla gevşemiyorsun. Bu durumdan ötürü hiç öfke ya da kırgınlık hissetmiyor musun?”
Hua Xin sakin bir şekilde, “Çocukken ara sıra tembellik ederdim, ama sonra bir hiç yapmadım.” dedi.
Usta tekrar konuştu: “Çoğu zaman bazı öğrencileri çalışkan olmadıkları için azarlıyorum. Ama sana gelince, seni biraz durup dinlenmeye, arada bir de olsa oyun oynayıp gevşemeye ikna etmek istiyorum.”
Hua Xin: “Zahmetinize değmez.”
Bunu söylerken, sakin bir şekilde bakışlarını geri çekti ve yeniden yazmaya başladı.
Ama usta epey bir süre donakaldı, sonunda kendini tutamadı ve sordu: “Bunca gayretle çalışman, dışarıdakilerin o sözleri yüzünden mi? Hua Sekti’nin itibarını kurtarmak için mi?”
Hua Xin bu sözler karşısında afalladı.
Daha cevap vermemişti ki, usta ne diyeceğini anladı: “Demek değilmiş. Peki neden? Çoğu yetişim yapan kişi bir şeyler arzular, ama sende ben böyle bir şey göremiyorum.”
Hua Xin, “Yetişim yapanların arzusu nedir?” diye sordu.
“Çoğu ölümsüzlüğü arar. Ya sen?”
“Hiç düşünmedim.”
Henüz gençlik çağındaydı, henüz yaşam ya da ölümden korkacak yaşta değildi.
Usta, “Ben de öyle tahmin etmiştim. İnsan, bir şeyden vazgeçemeyecek hâle gelmeden ölümsüzlüğü istemez.” dedi ve sonra şu sözleri ekledi: “Bazı kişiler ise, birini veya birilerini korumak için yetişim yapar. Peki senin özellikle korumak istediğin biri var mı?”
Hua Xin, “Yok.” diyerek cevap verdi.
O, küçük yaşlardan itibaren neredeyse toplumdan soyutlanmış bir hayat sürmüştü. Akrabalık bağları bile oldukça sığdı. İnsanlarla olan etkileşimleri hep yüzeyseldi ve buna çoktan alışmıştı.
Eğer bir gün karşısına şeytani ya da uğursuz bir varlık çıkarsa, elbette müdahale ederdi— ister Hua Sekti için olsun, ister sokaktaki insanlar için. Ama kalkıp da “bunun için yetişim yapıyorum” diyemezdi.
Kaldı ki “özellikle korumak istediği biri” gibi bir şeyden söz etmesi de mümkün değildi.
Ustasının yüzünde endişe belirdiğini görünce, Hua Xin yumuşak bir sesle, “Eğer yetişim, yalnızca bir kişiyi ya da birkaç kişiyi korumak içinse, o yol çok kısa olur.” dedi.
Usta onun ağzından ilk kez “yol” kelimesini duyuyordu, yüzündeki endişe biraz hafifledi. “Sahi mi?” diye sordu.
“Eğer özellikle korumak istediğin biri artık yoksa, o zaman ne olacak? Tüm yol boşa gitmiş olur. Ya da insan kendine yeni bir dayanak mı arayacak?”
Usta başını salladı, “Gerçekten de öyle.” Sonra tereddütle sordu: “Peki, sen bu konuda ne düşünüyorsun?”
Hua Xin biraz düşündü ve dedi ki: “Eğer özellikle korumak istediğim biri yoksa, çok arzuladığım bir hedef de yoksa, o zaman herkes benim için eşittir, doğal olarak bir çöküş de yaşamam.”
Hoca ona baktı ve bir süre ne diyeceğini bilemedi. Uzun bir sessizlikten sonra, “Aslında bu da bir anlayış. Eğer hep böyle kalabilirsen, işte o zaman epey bir yol alabilirsin.” dedi.
Biraz duraksadı, sonra da sözü orada bitirdi.
Hua Xin en başından beri o sözün bir de ikinci yarısı olduğunu biliyordu. “Eğer hep böyle kalabilirsen” derken, devamında “ama ya bir gün aniden değişirsen?” kısmı vardı. Ama o zamanlar buna önem vermemişti. Çünkü onun için, ilk yarısı yeterliydi. Sonrası onunla ilgili değildi.
Ustasının söylediği ilk yarı gerçekten doğruydu.
Hua Xin genç yaşta büyük bir başarıya ulaşmıştı. Yirmisine basar basmaz artık yüksek kulede kapanmayı bırakmıştı. Hua Sekti içinde çok yüksek bir konuma gelmişti, bazen neredeyse sekt liderini bile gölgede bırakıyordu. Ama yine de sekte ait işlere pek karışmazdı.
Sıklıkla dışarıya seyahate çıkar, yardımını esirgemezdi ama insanlarla ilişkisi yine aynı kalırdı: yüzeysel ve mesafeli.
On yıllar boyunca, o artık Hua Sekti’nin “büyük genç efendisi” değil, dışarıda “usta”, “üstat” diye anılan biri olmuştu. Ama biri onun yanında “eski dost” lafını ettiği anda, aklına ilk gelen hâlâ o zamanlar kendisine formüller ve büyü dizilimleri öğreten hocası olurdu.
Belki de nedeni, o hocanın bir zamanlar onunla bu konuları ciddiyetle konuşmuş olmasıydı.
Ustası ile her zaman iletişimde kaldı— fazla değil, sadece arada bir sesli mesaj ya da mektup gönderirdi.
O yıllarda, onun sayesinde Hua Sekti hatırı sayılır bir itibara kavuşmuştu.
Ama o bununla hiç ilgilenmiyordu.
Zaman zaman birileri onun yanında Feng Sekti’nden bahsederdi. Derlerdi ki: “Feng Sekti’nde çok yetenekli, parlak bir genç vardı. Ama ne yazık ki yirmisine basar basmaz evlendi, çocuk yaptı, sonra da yetişimini ihmal etti. Daha da kötüsü, duyduğuma göre o iki çocuğu da birkaç gün önce ölmüş.”
O gün, Hua Xin tesadüfen Mengdu şehrinden geçiyordu. Uzaktan Feng Sekti’nin konaklarına şöyle bir baktı.
Büyük malikânede solgun beyaz fenerler asılıydı. Söylentilerdeki “çok yetenekli” olan o genç, misafirleri uğurluyordu ve hali neredeyse tanınmazdı.
Bu onu gördüğü ilk seferdi ki, ilk kez bir yetişkinin hayat ve ölüm meselesi yüzünden bu kadar çökmüş olduğunu görüyordu.
Hua Xin yaşam ve ölümü anlayamıyor değildi; aksine, dışarıda geçirdiği yıllarda sayısız ayrılık ve kavuşma, doğum ve ölüm görmüştü, insanların neden bu kadar üzüldüğünü anlayabiliyor ve bazen etkileniyordu.
Ama doğası gereği böyleydi, etkilenmeleri hep “dokunup geçmek” şeklindeydi; asla aşırıya kaçmaz, duygularının kontrolünü kaybetmezdi.
Bu özelliği uzun süre devam etti.
Sonraları, ölümlü alemdeki ilahi ağaç ortadan kalktı, dokuz gök üzerinde bir kutsal şehir olan Xiandu yükseldi. Şans eseri o, en erken yükselen ölümsüzlerden biri oldu, hatta Lingtai liderliğine oturdu; bu nedenle “dokunup geçme” şeklindeki duyguları daha da hafifledi.
Çünkü artık ölümlü aleme baktığında, gözünün önünde acı çeken biri değil, sayısız bulanık yüz vardı.
Bir zamanlar, kendisinin bir daha “bir kişinin acısı” yüzünden etkilenmeyeceğini düşünüyordu. Ama bir gün aniden bir mektup aldı.
O mektupta kullanılan tılsım kağıdı hafif bir ilaç kokusuna sahipti; Hua Xin için çok tanıdıktı.
Bir zamanlar ona savaşmayı ve tıpı öğreten, “eski dost” olarak gördüğü o ustası her haber gönderdiğinde hep böyle bir koku olurdu.
Fakat ustası vefat etmiş, ölmeden önce ona son bir mektup yollamıştı; kızı henüz hayattaydı ama geleceğinin nasıl olacağını bilmiyordu, Hua Xin’den dünyaya gittiğinde kızını kontrol etmesini istemişti.
Ustasının kızı başkentte yaşıyordu, Wen Tian Liao’nun başkanıyla evlenmişti. O dönemde Wen Tian Liao, göksel sırları araştırmakla görevli bir kurumdu ve doğrudan Ling Tai’deki on iki ölümsüzün himayesindeydi.
Hua Xin, hocasının bu vasiyetini kabul etti ve zaman zaman dünyaya inmeye başladı. Gidip gelmelerinin sonunda, Liao’nun başkanı ona saygıyla “Ölümsüz dost” demeye başladı.
İşte o gün Hua Xin’in aldığı mektup da bu çift tarafından gönderilmişti.
Ancak bu mektup eline ulaşana dek birçok aksilik yaşamış, eline ulaştığında her şey çoktan değişmişti.
Liao çifti bir komploya kurban gitmiş ve hayatlarını kaybetmişti. Geride kalan tek oğulları da artık başkentte değildi, mültecilerle birlikte dağlarda sürünüyordu.
O sıralarda Xiandu refah içindeydi ama insan dünyasında işler pek yolunda gitmiyordu.
Dağlarda ve ormanlarda karanlık yaratıklar ve şeytani varlıklar kol geziyordu. Büyü bilmeyen bir çocuğun oralarda sağ kalması neredeyse imkânsızdı— muhtemelen geriye kemikleri bile kalmazdı.
Hua Xin de böyle düşünüyordu. Ama yine de dünyaya inmeye karar verdi.
Ve sonunda, dağların arasında o çocukla karşılaştı— Liao çiftinin geride bıraktığı oğul. Bir gözü kördü, bir bacağı aksıyordu, yüzü ve bedeni kan içindeydi. O hâliyle bile gözlerini ona dikmiş, sessizce ayakta duruyordu.
Hua Xin, çocuğun ağlayacağını sanmıştı— acıdan, korkudan ya da yaşadığı tüm haksızlıklardan ötürü.
Çünkü daha önce gördüğü tüm ölümlü insanlar, böyle anlarda hep gözyaşlarına boğulurdu. Ama bu çocuk öyle yapmadı.
Sadece kan çanağına dönmüş gözlerle ona baktı, sonra da aniden Hua Xin’in elini hırsla ısırdı.
Kim bilir kaç yıl sonra, Hua Xin nihayet yeniden insan dünyasındaki “bir kişinin yüzünü” açıkça görebildi.
Kızarmış gözlerle sessizce, öfkeyle yapılan o ısırık, ona gözyaşları içinde yapılan bir feryattan daha çok etki etmişti.
Bu, “eski dost” ile olan bağı yüzünden mi, yoksa eline geçen o ısırık ve kan sayesinde karşı tarafın öfke ve acısını hissedebilmiş olmasından mıydı, bilinmez ama o gün, hayatında ilk kez şöyle bir açıklamada bulundu: “Lingtai’nin kendi göksel kuralları vardır, ben dünya işlerine karışamam.”
Hua Xin duygularını pek belli etmezdi, teselli vermek konusunda da pek becerikli değildi.
Ama o gün, o çocuğun yavaş yavaş ısırığını gevşetmesini, topal bacağının titreyip durmasına rağmen inatla tek kelime etmediğini görünce, yine de birkaç teselli edici söz söylemeden edemedi.
Ancak bu konuda gerçekten yeteneksizdi, bu yüzden yalnızca dikkat dağıtıcı birkaç laf edebildi. Hatta çocuğa bir isim bile verdi: Yun Hai.
Hua Xin ölümlü âlemdeyken bir söz duymuştu: “Eğer bir şeyle daha derin bağ kurmak istiyorsan, ona bir isim ver.”
O her zaman sakin tabiatlı biriydi, bir ismin fark yaratabileceğine pek inanmıyordu.
Ve bu kez de öyle göründü, sanki hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Yun Hai adını verdiği o çocuğu yanına alıp Hua Sekti’ne götürdü.
O yıllarda Hua Sekti, evsiz kalmış, ailesini yitirmiş çocukları sıkça yanına alırdı. Disiplin salonunda yiyecek, giyecek, hoca ve eğitim dahil her şey mevcuttu. Yun Hai de diğerleri gibi yerleştirildi, artık hayatı kaderine kalmıştı; Hua Xin’in bir daha müdahale etmesine gerek yoktu.
Tıpkı zamanında hocasının kızına verdiği söz gibi, sadece arada bir, dünyaya indiğinde bir göz atması yeterliydi.
Her şey böyle kalmalıydı.
Fakat Hua Sekti’nden ayrılırken, Hua Xin tesadüfen Yun Hai’nin yüz ifadesini gördü. Hua Sekti’nin kılıç talimindeki öğrencilerini izliyordu— gözlerinde yanan, kıpır kıpır bir arzu vardı.
Hua Xin bir anda yıllar önce hocasının söylediği sözleri hatırladı:
“Tüm sektler, tüm yetiştiriciler… mutlaka bir şey isterler.”
Ve o anda Yun Hai’nin neyi arzuladığını biliyordu— ölümsüzlük değildi, korumak istediği biri de kalmamıştı, çünkü ailesi yok edilmişti, koruyacak kimsesi kalmamıştı. O gözlerde kıvranan tek bir şey vardı: İntikam ve nefret.
Ama… nefret ne kadar sürdürülebilirdi? İntikam alındıktan sonra ne olacaktı?
İntikam alındıktan sonra her şey sona ererse mesele yoktu. Ama duramazsa ne olacaktı? Bur kere kan döküp sonra bir daha duramayan insanları Hua Xin çok görmüştü.
Ve o çocuğun onlardan biri olmasını istemedi.
Bu yüzden ayrılmadan önce, Hua Sekti’ne bir talimat verdi: “Yun Hai’ye henüz kılıç vermeyin. Ona büyü ve teknik de öğretmeyin.”
O dönemdeki sekt lideri bu sözleri duyunca bir an affalamış ve şaşkınlıkla ona bakmıştı. Ama sonunda bir şey diyememiş, yalnızca şöyle sormuştu: “Ne kılıç çalışacak ne de büyü öğrenecek… Peki bütün gün ne yapacak?”
“Önce yaralarını sarsın.”
Ancak Xiandu’daki sarayına döndüğünde, Hua Xin bir anda neden sekt liderinin yüzünün öyle şaşkınlıkla dolu olduğunu fark etti. Çünkü fark etmeden bir kuralı daha çiğnemişti— başkalarının işine karışmıştı.
Eskiden öğretmeni bir konuda üç kez iç çekse bile, bir kez bile ona karışmazdı. Ama şimdi, o gence nasıl davranmaları gerektiğini Hua Sekti’ne bizzat söylemişti.
Muhtemelen bu da “birine isim vermek”ten kaynaklanan sonuçlardan biriydi.
Belki de her şeyin eskiye dönmesi için, sonrasında neredeyse iki yıl boyunca tekrar dünyaya inmedi. O genç de yavaş yavaş “dünyadaki sayısız insandan biri” haline gelmişti.
Ta ki iki yıl sonra, bir mesele sebebiyle Hua Sekti’ne yeniden uğrayana kadar.
O genç duvardan atlayıp uzun koridora indi, kolunu tuttu ve ona bir “Shifu,” diye seslendi. Ardından da alaycı bir edayla, şu sözleri söyledi: “Eğer beni geri getirdiğine pişman olduysan, söylemen yeterli. Kendim giderim.”
O sırada Yun Hai’nin yaraları çoktan iyileşmişti, boyu uzamış, gençliğin sivri enerjisiyle dolmuştu. Sanki bambaşka birine dönüşmüştü.
Ama özünde, hâlâ o topal bacağıyla titreyerek, inatla tek kelime etmeden direnen çocuktu.
Bu yüzden, Hua Xin ona yine bir açıklama yaptı— tıpkı ilk günkü gibi.
Yıllar sonra Hua Xin o zamanları hatırladığında bir şey fark etti:
İlişkileri en başından beri bozulan kurallarla doluydu.
“Nadir, olağan dışı, imkansız” bulduğu her şeyi, Yun Hai denen çocuk yüzünden yapmıştı.
İster bir gülüş, ister öfke— hepsi ona yönelikti.
Belki de bunun sebebi, bu dünyada yalnızca tek bir kişinin ona “Shifu” demesindendi.
Ona “Ölümsüz Lider” diye seslenmeyen, sadece yüksek makamdaki biri olarak görmeyen tek kişiydi.
Hua Xin’e, Yun Hai ne yaparsa yapsın hepsi doğal gelirdi.
Çünkü o ustaydı, Yun Hai ise müridiydi. Bu yüzden, diğer ölümsüzlerden daha yakın olmaları gayet doğaldı.
Yun Hai, onun yaşadığı yere gönlünce girip çıkabilir, o sade ve beyaz saraya türlü türlü eşyalar koyabilirdi— gayet doğaldı.
Boş vakitlerinde Lingtai’ye gelip birkaç önemsiz soruyu danışması, sonra da yarım gün boyunca orada kalması… bu da gayet doğaldı.
Bir iyilik yaptığında, övgü istemesi doğaldı; hata yaptığında azarlanmaya gelmesi de.
Ve zamanla Hua Xin de buna alıştı.
Hatta zaman bile gerekmemişti— Sanki en başından beri her şey böyleydi.
Aslında alışkanlık en sessiz, en duru şeydir— sanki durgun bir gölün altındaki gizli akıntı gibi; göl yüzeyi kıpırdamazsa, onu asla fark edemezsiniz.
Aslında alışkanlık en sessiz, en duru şeydir— sanki durgun bir gölün altındaki gizli akıntı gibi; göl yüzeyi kıpırdamazsa, onu asla fark edemezsiniz.
Hua Xin gibi bir mizaca sahip biri için, bu daha da geçerliydi.
Ama bu içinde hiç dalga olmadığı anlamına gelmiyordu.
Günlerden bir gün sarayında Lingtai kutsal metinlerini temize çekiyordu. Göksel elçiler ve küçük ölümsüz hizmetkârlar onu rahatsız etmemek için usulca başka odada, köşkten oldukça uzaktalardı.
Etraf sade ve renksizdi, tek bir insan sesi bile yoktu. Köşkün alt katından gelen zayıf bir tıbbi iksir kokusu hafifçe yukarı süzülüyordu.
Bir ciltlik metni yazmayı bitirdi. O hafif ilaç kokusunu içine çekerken aniden dalıp gitti.
Bir an için, neredeyse kendisini hâlâ çocukken, ergenliğe bile ulaşmamışken hayal etti. Hua Sekti’nin kılıç eğitim alanının yanındaki uzak ve yüksek bir kuleye yerleştirilmişti. Yıllarca, Hua Sekti öğrencileri arasında hem örnek hem istisna olmuştu. Kimse ona yaklaşamaz, kimse onu rahatsız edemezdi.
Tam da kalemini mürekkebe daldırıp, yeni bir parşömen açarak dingin göl misali tekrar yazmaya koyulacağı sırada, göz ucuna mavi bir siluet çarptı.
O siluet elinde “konuşan ot” adında, insan konuşmasını taklit edebilen bir bitki taşıyordu. Hem bu bitkiyle boş boş ağız dalaşı ediyor, hem de bir söğüt yaprağı gibi hafifçe köşkün kirişleri arasında süzülüyordu. Tam olarak yazı masasının önüne atladı.
Yun Hai, ota bir parmağını sallayarak konuştu, “Biraz uslu ol, hoş sözler söylemeyi öğren, insanları rahatsız etme,” Sonra, kendi giysisinin rengiyle aynı renkte olan saksıyı masaya bıraktı. Metalik bir ‘tıng’ sesi çıktı.
Masaya dayanarak gülümsedi: “Shifu, kutsal metinleri kopyalamak sıkıcı değil mi? Sana eşlik etmeye geldim.”
Hua Xin’in kaleminin ucu duraksadı, başını kaldırdı.
Ne zaman olmuş bilinmez, fırçanın ucundaki mürekkep damlamış ve parşömenin üstünde büyük bir leke oluşturmuştu.
Aslında bu, durgun göle atılmış bir taştı.
Ne yazık ki zamanlama yanlıştı— biraz geç kalınmıştı.
Çünkü çok geçmeden, Yun Hai sürgün edildi. Dabei Vadisi’nin tütsüleri söndü, yüz yıl boyunca bir tek dua edilmedi. Sonra gökyüzünde soğuk bir yıldız kaydı ve ölümsüzler diyarından “Langguan” olarak çağrılan bir ölümsüz eksildi.
Lingtai’nin göksel yasalarına göre, dünyaya düşen ölümsüzler tüm Xiandu’dakilerin hafızasından silinirdi. Kimse onları hatırlamaz, hatta onlara ait bir şeyi görse bile tanıyamazdı.
Onlarla ilgili tüm anılar ve hatıralar, kalın bir sis perdesine bürünürdü; bulanık ve belirsiz.
Ama Hua Xin diğerlerinden farklıydı. Çünkü saray konutunun her köşesinde Yun Hai’nin bıraktığı izler vardı— etrafa canlılık katan ruhsal yaratıklar ve “Bugün ölümsüz lider henüz gülmedi,” diye baş sallayarak konuşan otlar.
Bir yandan göksel yasanın etkisiyle onu unutuyor, ama diğer yandan o ruhsal yaratıklara ve otlara bakarak, korkulukların üzerinden atlayıp yüksek köşke dalan o uzun mavi silueti tekrar tekrar hatırlıyordu.
Bu, yüreği çelişkili hislerle dolduran bir durumdu— Sanki birileri durmaksızın göle taşlar atıyor, ardından her seferinde sabırla o halkaları bastırıp suyu yeniden durultmaya çalışıyordu.
Huaxin, kendini giderek daha sık köşküne kapatmaya başladı. Aynı parşömenler, aynı fırça; bazen gökyüzü bile o günkü gibi, solgun bir şafak pembesine boyanıyordu.
Fakat ne kadar yazarsa yazsın, kalemini ne zaman durdurup başını kaldırsa— o kişi bir daha asla gülüşüyle ve samimiyetiyle karşısında belirmiyordu.
İşte o zaman, bir kez daha bir kuralı bozdu.
Lingtai göksel yasasına göre, yeryüzüne düşmüş bir ölümlünün izini sürmek yasaktı. Ama resmi bir bahaneyle Hua Sekti’ne uğradı ve oraya bir tılsım kâğıdı bırakarak, o kişinin izini araştırmalarını istedi.
Yıllar boyunca o tılsımdan yankılanan cevaplarda Yun Hai’nin gökten düşünce aslında hiç de fena bir yaşam sürmediğini öğrendi.
Artık Xiandu’yu hatırlamıyordu, tıpkı dünyadaki milyonlarca insan gibi, sade, sıradan bir ömür yaşıyordu.
Chunfan Şehri’nin kıyısında, Hua Ailesi’nin gözlem sınırları içindeydi. Basit birkaç büyü öğrenmişti ama bir daha asla ölümsüzlük yoluna adım atmamıştı.
Göksel memurlar zamanın akışını umursamazdı— lâkin Mingwu, yani Ölümsüz Lider, bu konuda bir istisnaydı. Birisi ona sorsa hiç duraksamadan ölümlü alemde şu an kaç yıl geçtiğini söyleyebilirdi.
Oysa onun Lingtai’yi gözetmekle meşgulken yeryüzüne inmesi bile nadirdi.
Bir zamanlar Hua Xin, bu durumun uzun süre devam edeceğini düşünmüştü— ta ki Yun Hai sıradan bir ömür içinde sessizce tükenip gidene kadar.
Ama gerçek sandığından çok daha erken gelip çattı.
Sözde sakin yaşam, onun tahmin ettiğinden çok daha kısa sürdü.
Bir gün, Hua Sekti’nin gönderdiği bir tılsımla bir haber aldı: Yun Hai bir kervanla Dabei Vadisi’nden geçerken, şeytani varlıkların saldırısına uğramıştı. Hua Sekti derhal yola çıkmıştı, ama kurtulma ihtimali zayıftı— hatta fazlasıyla zayıftı.
Zamanında, daha gençliğin eşiğindeyken, hocası onunla ölüm üzerine konuşmuştu. O vakit şöyle demişti: “Bu bir tür yazgıdır. Erken ölüm yahut uzun ömür— her biri kadere bağlıdır. Ben bunu umursamıyorum.”
Ve çok değil, daha kısa bir süre önce bile, ölümlülerin doğup büyüyüp ölmesinin kaçınılmaz olduğunu, Yun Hai’nin de bundan azade olamayacağını düşünmüştü.
Ama işte şimdi— tılsımda “kurtulma ihtimali çok az” yazısını gördüğü an, önceden ettiği her sözün boş bir teselliden ibaret olduğunu anladı.
Daha ne yaptığını fark etmeden, kılıcını kuşanıp doğrudan yeryüzüne inmişti.
İçinden yalnızca şunu geçiriyordu: Eğer Yun Hai’nin içinde hâlâ azıcık bile can varsa, onu ne pahasına olursa olsun kurtaracaktı.
Ama ya… Yun Hai çoktan ölmüşse?
Tam da bu düşünceyle Dabei Vadisi’nin üzerindeki bulutların içinden geçerken, mevsim henüz kışa varmamış olsa da içini titreten bir soğukla irkildi.
Ve o anda fark etti— ikinci ihtimali düşünmek bile ona ağır geliyordu.
Medya: Hua Xin
Yorum