Çevirmen: Khentimentiu
Başkan Myung ve Lee Seo-kyung’un gözüne ilk kez girdiğinde Choi Hong-seo yirmi yaşındaydı, lise diplomasını daha yeni almış, hukuken yetişkin ama toplumca hâlâ çocuktu. Bu, bıçakla tehdit edilmekten bile daha ürkütücüydü.
“Bir düşünün başkanım. Ben sadece Seo-kyung’un dediklerini yaptım! Hatta bir bakıma ben de Hong-seo gibi mağdurum! Ne olur… Ne olur başkan yardımcısına güzelce anlatın durumu, olur mu?”
CEO Myung’un kendini Choi Hong-seo’yla bir tutup “Ben de mağdurum yaa” diyerek Müdür Kang’a yaranmaya çalıştığı bu konuşmayı dinlerken Lee Hae-seong kaydı durdurdu. Konu Choi Hong-seo olmasaydı, tam anlamıyla “köpek havlaması” olarak nitelendirebilirdi bu saçmalığı.
O dönemki diğer soruşturma dosyalarında Yun Hye-an’ın adına hiç rastlamamıştı bu arada.
Bu esnada araba, Dongho Köprüsü’nden geçerek ARA Elektronik’in Yeoksam’daki merkezine doğru ilerliyordu. Lee Hae-seong, neredeyse filtresine kadar yanmış sigarasından bir nefes bile çekmeden küllüğe attı.
“Hong-seo’nun çevresindeki insanlara dair eksik kalan bir şey varsa, biraz daha kurcalayın. Bir de, şu oyuncu Yoon Hye-an’a kısaca bir bakıverin.”
“Detaylı mı çalışalım?”
“Yok, şimdilik yüzeysel yeter.”
“Emredersiniz.”
“Gumi fabrikasından ne zaman döndün sen?”
“Perşembe günü.”
“O gün Hanam’a da uğrayacağım, bana biraz zaman ayır.”
Müdür Kang, şaşkınlığını gizleyerek dikiz aynasından Hae-seong’un yüz ifadesini yokladı.
Hanam demek… Choi Hong-seo’nun mezarının olduğu anma parkı demekti.
Hae-seong daha önce oraya hiç gitmemişti. Daha doğrusu, o anma salonunun içine adım atmamıştı. Her hafta birilerini gönderip tabutun çiçeklerini tazeletmişti, parkın girişine ise birkaç kez arabayla gelmişti sadece.
Ama arabadan inip de içeri girmeyi hiç başaramamıştı.
Arka koltukta sigara üstüne sigara içip, Namhan Dağı’nı arkasına almış o binaya dalgın dalgın bakmakla yetinmişti.
Ama bu kez sesi farklıydı. Sanki Hongseo’yu, onun ölümünü kabullenmeye karar vermiş gibiydi.
“Yoksa, sonunda o karanlık gölgeden çıkmaya mı karar verdi?” dedi Müdür Kang içten içe umutlanarak, ama belli etmemeye çalışarak düşündü.
“İyi misiniz?”
“Bilmem… Bugün bir tuhaf hissediyorum.”
“…”
“Galiba… artık gidebilirim.”
Lee Hae-seong başını koltuğa yasladı ve kendi kendine mırıldandı. Camın dışında, sonbahar güneşi Han Nehri’ni milyonlarca küçük cam kırığı gibi parlatıyordu.
“Zaman geçti. O ‘şeyi’ aşacaksın eninde sonunda.”
“Hongseo seni görse kesin sevinirdi.”
Müdür Kang, Choi Hong-seo’nun bıraktığı izlerin silinmeye başladığını hissetti. Oysa Lee Hae-seong sadece sessizce gülümsedi. Kalabalığın ortasında kendi sırrını hatırlayıp mutlu olan içe dönük bir çocuğun gülümsemesi gibiydi bu.
Açıklamaya gerek duymadı.
Ne kadar zaman geçerse geçsin, “bu anılar” ve “bu hisler” asla uzaklaşmayacak, silinmeyecek, “şu anı” ve “şu duygu”ya dönüşmeyecekti.
***
“Kedi taşırken ön patileriyle koltuk altlarından tutmak yetmezmiş… şey, bir el göğüste, bir el göbekte… böyle ayrı ayrı destekleyip taşıyacakmışsın…”
Yatak kenarındaki iki kişilik mini koltukta oturmuş kitap okuyup mırıldanan Choi Hong-seo, başını kaldırınca bir bakışla karşılaştı.
Tiffany, kedi evinin şeffaf hamak kısmında halka gibi kıvrılmış yatıyor, tepeden aşağı onu süzüyordu.
“Bir kere de bana sarılma şansı versen ya… Tiffany, sen ne zaman kucağıma geleceksin ha?”
Bu hayli çaresiz soruya rağmen kedi hiç oralı olmadan dudaklarını yalayıp bakmaya devam etti. Choi Hong-seo tekrar kitaba döndü.
“Kuyruk sallama hareketi sırasında miyavlayarak poposunu indiriyorsa… Aa, şimdi anladım…”
Kitaba kafa sallayıp ciddi ciddi notlar alan Hong-seo, tekrar kafasını kaldırdı. Ve okuduğu sayfayı kapatıp ters çevirdi.
“Popoya pat-pat mı? Sarılmıyorsun bile, ben o hareketi sana nasıl yapayım Tiffany?”
Bu sefer ağzını açtı ve esniyormuş gibi ses çıkardı. Sanki “Hadi ordan” der gibi bir tavrı vardı. Choi Hong-seo gülümsedi, çünkü tam da öyle bir şey söylediğini düşündü.
Nonhyeon’daki ofisten taşınıp Gangnam’dan Yongsan’a geçeli iki hafta olmuştu.
Yeni ev, “Layered”de Hae-seong’un kaldığı villaya da, ondan önce uzun süre kaldığı döküntü konukevine de yakındı. Arabaların sokaklara bile giremediği, çok haneli eski binaların hemen yanına lüks villaların dikildiği bu enteresan bölge, Choi Hong-seo’nun hafızasındaki haline oldukça benziyordu.
Yoon Hye-an’ın eski evindeki ofis gibi değildi tabii, ama stüdyo daire için fena sayılmazdı. Yıllarca ranzalı yurt odalarında, salon bile olmayan kalabalık evlerde yaşamış biri için gayet yeterliydi.
Yatağı pencerenin yanına koydu, ayakucuna bir kedi evi yerleştirdi. Evin tamamı tek bakışta görülebiliyordu ve güneş de alıyordu. Kitaplarda yazdığı gibi, böyle yerlere kedi evi koymanın iyi olacağını okumuştu, gerçekten de işe yaradı. Yaklaşık bir ay içinde Tiffany’nin “mağarası” oldu orası.
Tiffany için, Hong-seo sadece sahibine benzeyen tuhaf biriydi. Hong-seo içinse Tiffany tamamen bilinmezdi. Çünkü daha önce hiç evcil hayvan beslememişti.
Birlikte yaşamak için A’dan Z’ye her şeyi öğrenmesi gerekiyordu. Bu yüzden evin içinde “Kedi Bakıcısının Günlüğü”, “Miyav Miyav Kedi Ansiklopedisi”, “Kedin Ne Yapıyor Şu An?” gibi kitaplar oraya buraya saçılmıştı.
“Tiffany.”
Akrilik yarım kürenin içinde yatan minik kulaklar kımıldadı.
“Ne diyorsun? Krem konağı’na seçilir miyim?”
Hâlâ yiyecek dışında yanına gelmiyor, ne sarılmaya ne okşamaya izin veriyordu. Bu yüzden tüylerini taramak bile işkenceydi. Ama Hong-seo, tüm bunlara rağmen birlikte yaşamaktan şikayetçi değildi.
Hatta iyi ki vardı.
Yoksa bu huzursuzlukla baş edemezdi. Evde bile duramaz, her gece sokaklarda dolanırdı belki.
En azından biri, konuştuğunda kafasını çevirip bakıyordu ona. Bazen kulaklarını oynatıyor, hafifçe miyavlıyor, kuyruğunu kıpırdatıyordu. “Devam et anlat, dinliyorum” der gibi.
Tabii ki sarılıp kucağıma alsam daha iyi olurdu…
Choi Hong-seo bacaklarını koltuğun üstüne çekip çenesini dizlerine yasladı. “Bugün açıklanacaktı seçmelerin sonucu… Hâlâ bir haber yok.” Tiffany başını yana eğdi.
“Daha saat 1 bile olmadı. Fazla mı sabırsızım?” Kedi bir daha kafasını salladı.
“Seçilmezsem… onu bir daha asla göremem.”
Şu an onun için hiçbir şeydim. Ne ulaşabileceği, ne de ziyaret edebileceği biriydim artık.
Bu kez kedi hiç tepki vermedi. Kafasını bile çevirmedi.
Sanki şöyle diyordu, “Görsen ne yapacaksın? Şu halinle onun karşısına hangi yüzle çıkacaksın?” Tabii bu, sadece kendi suçluluk duygusundan gelen iç sesiydi. Ama kedi sustuysa kesin bir şey ima ediyordur.
“Tiffany, atıştırmalık ister misin?”
Kafasında dönen bu karmaşık düşünceleri susturmak için sesini biraz daha neşeli çıkardı. “Atıştırmalık” lafını duyar duymaz Tiffany kulaklarını dikti. Hong-seo mutfağa yürüyünce de kedi evinden atlayıp peşine takıldı.
Sadece yiyecek söz konusu olduğunda sınırlarını aşan bu dürüst hali, Choi Hong-seo’nun çok hoşuna gidiyordu. Gülümsemesine sebep oluyordu.
“Tamam tamam, şimdi vereceğim. Tiffany, ödül maması ister misin?”
O ödül maması, Tiffany’nin favorisi olmuştu. Kelimeyi duyar duymaz mutlu oluyor, miyavlayarak peşinden koşuyordu.
Tam atıştırmalıkların olduğu dolabı açacaktı ki… salondaki koltukta bıraktığı cep telefonu çalmaya başladı.
“Bir saniye… Telefonu açıp hemen vereceğim mamanı.”
Yorum