Çevirmen: Athena
BÖLÜM 8
“Ne?” Sunwoo boş boş sordu, ne yapması gerektiğini ya da yapmaması gereken bir şeyi mi yaptığını anlayamamıştı.
Buna karşılık Kang Jinwook, sanki açıklık getirmek istercesine bağırdı. “Hafızanı kaybetmiş olsan da sorun değil, işe gel!”
Bu sözleri söyledikten sonra, Sunwoo’nun onu durdurmasına ya da karşı çıkmasına fırsat bile vermeden aniden arkasını dönüp uzaklaştı. Sunwoo, Kang Jinwook’un uzaklaşan siluetine şaşkın bir ifadeyle bakakaldı. Bu ani geliş ve gidişi sanki bazılarının düşündüğü gibi deli bir zorba olmadığını kanıtlamak istercesine kaprisliydi.
Ama benim istifamı engellemeye ne hakkı vardı ki? İstifa ettiğimi söylediğim için mutlu olması gerekmez mi?
Kang Jinwook’un davranışları dünden beri garipti.
Sadece benim kuruntum mu? Gereksiz yere mi takılıyorum…?
Onunla hastanede karşılaşmak mantıklıydı; sonuçta Sunwoo onun önünde bayılmıştı. Ama ertesi gün, hastaneden taburcu olur olmaz geçerli bir sebep olmaksızın işe çağırması, sağlığı hakkında onu azarlaması ve ardından evine kadar gelip istifasını engellemeye çalışması…
Bu zorbalık değil mi?
Evet, bu daha mantıklı geliyordu.
İstifa etmesini engellemek, onu yanında tutup sonsuza dek işkence etmek için.
Hayır, bu olamaz. Zorba bir yönetici karakteri belli bir ağırlık taşır. Böyle küçük düşürücü şekilde davranmak ona yakışmaz.
Ama bugün sekreterlik personelinin ona karşı tavrına bakılırsa, onların bu davranışı endişeden değil gibiydi.
Sunwoo “Bu böyle olmayacak! Yarın işe gider gitmez istifamı Kang Jinwook’a bizzat vereceğim! Eşyalarımı da toplayıp hemen çıkacağım.” diye düşündü. Geri tutulursa, korkunç bir geleceğe sürüklenebileceğinden endişeliydi.
Yeol Taeng, aynı şaşkın ifadeyle Kang’in kaybolduğu yöne bakarak “Hey, Kang Jinwook buraya neden geldi ki?” diye sordu.
Sunwoo, aynı derecede kafası karışık bir şekilde “Bilmiyorum,” dedi. Ama artık bunun önemi kalmamıştı. “Zaten yarın istifa ediyorum!”
Sunwoo, Yeol Taeng’in elindeki alışveriş torbasını kaptığı gibi binaya doğru yürüdü.
Yeol Taeng “Hey, beni bekle!” diyerek hızla Sunwoo’nun arkasından koştu.
Merakına yenik düşen Yeol Taeng sorular yağdırmaya başladı.
“Hani Kang Jinwook’a önemli bir şey söyleyeceğini söylemiştin ya? O yüzden mi geldi? Ne konuştunuz?”
“Neden bahsediyorsun?”
Yeol Taeng, geriye bile bakmadan Sunwoo’nun hızlı adımlarla ilerleyişini takip ederken “Aa, doğru ya! Hatırlamıyorum demiştin,” dedi. “Benim kim olduğumu hatırlıyor musun bari? Hatırlamıyorsun, değil mi? Ha?”
Dırdırı hiç kesilmiyor.
Sunwoo asansör düğmesine bastı ve beklemeye koyuldu. Yeol Taeng de yanına gelip konuşmaya devam etti. Bu durmak bilmeyen, aralıksız konuşma gerçekten bunaltıcıydı.
“Sen de kimsin, tam olarak?”
Yeol Taeng, genişçe bir sırıtışla Sunwoo’nun omzuna rahatça elini koyarak “Ben mi? Senin sevgilinim. Hatırlamıyor musun? Liseden beri çıkıyoruz,” dedi. Dokunuşu sıcaktı, hafif nemliydi.
Sunwoo bunun palavra olduğunu hemen anlamıştı. Hafızasını kaybetmiş olsa bile bunun yalan olduğunu hissedebiliyordu. Burnundan soluyarak Yeol Taeng’in elini bir sinek kovalar gibi itti.
Sevgili mi? Daha çok, her ortamda şansını deneyen biri gibiydi bu adam. Şimdi bakınca, Yeol Taeng bırak sevgili olmayı, arkadaş bile sayılmazdı.
Sunwoo’ya yaslanmış olan Yeol Taeng, bir anda destekten yoksun kalınca sendeledi. Tam o sırada asansör kapısı açıldı.
Sunwoo hızla içeri girdi ve kapan butonuna art arda bastı.
“Hey, bekle! Choi Sunwoo!”
Garip bir şekilde ortada kalan Yeol Taeng, peşinden gitmeye çalıştı ama asansör kapıları acımasızca kapandı ve Sunwoo’yu alıp götürdü.
Sunwoo eve döndüğünde, market poşetlerini masaya koydu ve bir bardak su içti.
Bardağı sertçe masaya bırakarak “İşe hiç haber vermeden gitmesem mi acaba?” diye mırıldandı.
“O zaman görev ihmalinden kovulurum.”
Devamsızlıktan atılmak diye bir şey vardı. Sunwoo bunu bir anlığına düşündü, sonra kararlı bir şekilde başını iki yana salladı.
Ne kadar umursamaz olursa olsun, vicdanı, ahlaki değerleri ve sorumluluk duygusu buna izin vermezdi. En önemlisi de, Kang Jinwook onu kapısına kadar takip ettiğine göre, işe gitmezse adamın yine evine geleceğini kestirebiliyordu.
Sunwoo yumruğunu sıkarak kendine moral verdi. “Tamam! İstifa, istifa!” Ardından marketten aldıklarını yerleştirip karnını doyurdu.
Duş alıp kanepeye uzandıktan sonra, işten ayrıldıktan sonra ne yapacağı gerçeği aniden kafasına dank etti.
“Sessiz bir yere gitmeliyim.”
Orada kalmanın artık güvenli olacağını sanmak saflık olurdu. Kang Jinwook, hamile olduğunu ve çocuğun babası olduğunu bir şekilde öğrenirse…
Bu düşünce bile tüyler ürperticiydi.
Orijinal hikâyede, Sekreter Choi’nin hamile olduğunu öğrenen Kang Jinwook hemen çocuğun babasının kim olduğunu sorguluyor, doğrulamak için test yaptırmak istiyordu. Bebek doğana kadar bekleyip DNA testi yaptırmak için Sekreter Choi’yi alıkoymayı planlıyordu.
“Kaç aylıktı ki?” diye mırıldandı Sunwoo, romanın içeriğini hatırlayarak; orada “şişkin karnını sarmalamış Sekreter Choi” ifadesi geçiyordu. Bu da en az altı aylık olduğunu ima ediyordu.
En az yarım yıl boyunca alıkonulmak… Bu bir esaret dramı romanı değil ki.
Sunwoo, bu korkunç düşünceleri kafasından atmak ister gibi başını şiddetle salladı. “Gerçekten… Bir delinin yanında kalamam. Hayır, hayır…”
Ardından harita uygulamasını açtı ve Seul’den uzak yerler aramaya başladı.
Deniz kenarı mı daha iyi olurdu, dağlar mı? Ama kırsalda küçük bir kasaba yaşam için daha uygun görünüyordu…
Bir apartman dairesi mi olmalıydı yoksa bir villa mı?
“Kırsalda bir ev daha huzurlu olurdu. Çocuğun duygusal sağlığı için de iyi olur. Tek katlı, küçük bir bahçesi olan bir ev… Çiçek, sebze ekebilirim, hatta bir köpek bile beslerim…”
Düşündükçe kulağa daha da hoş geliyordu.
“Ama bakımı…”
Bir bakıcı tutabilirdi. Hem yapılacak bir şeyin olması da iyi olurdu. İşsiz, sakin bir hayat yaşamak keyifli olabilir ama bir noktadan sonra sıkıcı hâle gelebilirdi.
“Bir iş yeri işletmek tutmayabilir. Kitapçı mı açsam? Bu devirde iflas etmemek mucize olur…”
Sunwoo’nun her zaman küçük bir kitapçı açma hayali vardı. Bir dönem bağımsız kitapçılar modaydı. O da böyle bir dükkân işletmeyi, kitap satmayı ve okuma grupları düzenlemeyi hayal etmişti.
Tabii, bu hayal gerçek hayatta pek kolay görünmüyordu.
“Ama ne olmuş? Denemeye değer.”
Geri dönüp düşündüğünde, aslında pekâlâ mümkündü. Ne de olsa Choi Sunwoo’nun elinde, Sekreter Choi’nin ailesinden kalan büyük bir servet vardı.
“Şimdi düşündüm de, tam olarak ne kadardı ki…?”
Merakı kabaran Sunwoo, koltuktan kalkıp odasına gitti; acaba bir belge ya da banka cüzdanı bırakmış mıydı bir yerde? Ama ana yatak odasında yataktan başka bir şey yoktu; ne bir kasa, ne de giyinme odasında bir ipucu.
“Bankaya mı gitsem?”
Muhtemelen orada tutuluyordu. Ama hangi banka? Bu konuda da biraz araştırma yapması gerekiyordu.
Seul dışındaki sessiz küçük kasabaları internette araştırdı, ardından yatağa uzandı. Belki de hamileliğin etkisiyle hızla yorgun düşüp uyuyakaldı.
Rüyasında, küçük bir kitapçı açtığını gördü; içeri giren müşterileri sıcak bir şekilde karşılıyor, aralarında bir çocuk da bulunuyordu. Ama müşterilerden biri özellikle dikkat çekiciydi; takım elbiseyle düzgünce giyinmiş, elinde büyük ve canlı ayçiçeklerinden oluşan bir buket tutan uzun boylu bir adamın görünüşü, yaz gününe kusursuz şekilde uyuyordu.
Sunwoo, boş boş bakarken adam gülümsedi ve gösterişli buketi ona doğru uzattı. Sunwoo adamın yüzünü görmek için başını kaldırdı.
“Kahretsin! Siktir!”
Aniden uyandı, kalbi hızla çarparken istemsizce küfretti.
“Bu bir kâbustu. Hayır, tam anlamıyla çılgınca bir rüyaydı.”
Çünkü rüyasındaki kitapçıda beliren kişi, Kang Jinwook’tan başkası değildi.
“Görülebilecek onca rüya içinde neden böyle bir rüya?”
Kendi kendine söylenerek telefonuna uzandı, saate baktı.
İşe hazırlanma vakti gelmişti.
…..
Sabah saat 5’te, gün daha yeni ağarırken, Kang Jinwook çoktan koşu bandındaydı. Güneşin doğuşunu izlerken kendini zorluyordu. Sabah rutini her zaman bir bardak su içmekle başlar, ardından bir saatten fazla egzersizle devam ederdi.
Kang Jinwook özellikle şehir manzarasını tepeden görebildiği yerlerde koşmaktan hoşlanırdı. Bu, dünyayı ayaklarının altına almış gibi kibirli bir tatmin için değil; sadece engellenmemiş, açık bir manzarada koşmanın verdiği saf keyif içindi.
Ancak bugün, kırk dakikadır koşmasına rağmen, ruh hâli her zamanki kadar ferahlamış değildi.
Camdaki silik yansımayı fark eder etmez soğuk bir sesle “Rapor ver,” dedi.
Son on dakikadır Kang Jinwook’un kişisel spor salonunda bekleyen Sekreter Kwak, derhal yanıtladı:
“Aşırı çalışmaktan bayılma gibi görünmüyor.”
“Öyleyse?”
“Hastane kayıtlarını kontrol edemedim ama bir hastane çalışanı, bir doktorla Choi Sunwoo arasındaki konuşmaya kulak misafiri olmuş.”
“Ne konuşmuşlar?”
“İki ay gibi bir şeyden bahsetmişler.”
Kang Jinwook koşu bandını durdurup arkasını döndü.
“Ne?”
“Bağlamı tam olarak duyamadım ama doktor, Choi Sunwoo’yla yaptığı bir telefon görüşmesinde, ‘artık iki ay oldu, bundan sonra dikkatli olunmalı’ demiş.”
Sekreter Kwak sözünü bitirir bitirmez, Kang Jinwook’un yüzü sertleşti. Sekreter Choi’nin kusarkenki hâli, solgun ve bitkin yüz ifadesi, ardından “sorumluluk al” diye bağırdıktan sonra bayılması, hepsi gözünün önünden geçti.
“İki ay mı?”
Sanki…
“Sekreter Choi ölümcül bir hastalığa mı yakalandı?”
Kang Jinwook’un ifadesi karardıkça karardı, bunu gören Sekreter Kwak başını utançla eğdi.
Kang Jinwook, buz gibi bir ses tonuyla “Hastaneye gitmeliyiz,” dedi
Bu meseleyi şahsen doktorla görüşmesi gerektiğini düşünüyordu.
Yorum