Çevirmen: Khentimentiu
Telefon çalarken, Choi Hong-seo apar topar koltuğa yöneldi. Kesin seçmelerle ilgili bir şeydi. Daha telefonu açmadan elleri terliyordu.
Arayan Yongjae’ydi. Bir, iki, üç… Derin bir nefes aldı, parmaklarını tek tek kıvırarak beşe kadar saydı ve aramayı açtı.
“Efendim, Yongjae Bey?”
[Hyung! Rolü kaptın! Hwang Ji-woo rolü senin oldu!]
Telefonu açar açmaz, Yongjae’nin sevinçten çığırından çıkmış sesi aktı kulaklarına.
[Az önce yapım şirketi aradı. Kesinleşmiş! Bu iş senin!]
“Başka bir deneme çekimi olmayacak mı yani?”
[Aynen öyle, artık gerek yokmuş. Netleşti!]
Dokuz kişilik finale kalanlarda bile çoğu zaman iki üç kişiyle yeniden deneme yapılıyordu. Bu sefer de öyle olur diye bekliyordu, o yüzden direkt finali geçmiş olduğunu duyunca küçük çaplı bir şok yaşadı.
[Kang Woo-hyun’un yönettiği filmde başrol… Böyle bir şey mümkün mü ya? Bizim için böyle bir gün gelecekti de… Oyunculuğu yerden yere vurulan adam… Hyung…]
Yongjae’nin heyecanlı sesi yavaşladı, azaldı ve sonunda kesildi. Yerine, suç işlemiş gibi çıkan bir ses geldi.
[Üzgünüm Hyung. Öyle demek istemedim…]
“Tamam, anladım ben seni. Zaten hâlâ bana da gerçek gibi gelmiyor.”
[Ama sen prova yapmaya başladığında kendi kendime bu adam değişmiş demiştim! Şirketteki herkes şaşırdı. Kaza sonrası acayip bir olgunluk geldi sana. Yemin ederim, artık eski Yoon Hye-an değilsin! Sen, Kang Woo-hyun’un başrol oyuncususun! Seninle gurur duyuyorum!]
Yongjae’nin heyecanı Choi Hongseo’ya da bulaşmış gibiydi. Biri bu kadar içten sevinince, insanın kendisi de sevinmeden duramıyordu tabii.
İçinin karmakarışık olduğu bir anda mutlu olabilmek tuhaftı ama… mutluydu işte. Çünkü o adamı görebilecekti. Azıcık bile olsa, ona yaklaşabilecekti.
Bu sırada mutfaktan peşinden gelen Tiffany, ayaklarının dibine çöktü ve mırıldanarak şikâyet etmeye başladı. Besbelli “atıştırmalık vereceğine başka şeylerle uğraşıyorsun!” diye sinirlenmişti. Choi Hongseo, duygularını toparlamaya çalışarak mutfağa yöneldi.
[CEO bugün kutlama partisi ayarlayacakmış. Canın bir şey istiyor mu? Ama henüz alkol içemiyorsun değil mi? Hastaneyi arayayım mı?]
“Yongjae Bey…”
[Efendim, hyung?]
Choi Hongseo’nun adımları, masanın olduğu yere gelince yavaşladı.
“Bugün kişisel bir planım var.”
[Nereye gidiyorsun? Arabayı getireyim mi sana?]
“Gerek yok. Taksiyle gidilebilecek bir mesafe.”
[Daha tam iyileşmedin ki, niye tek başına gidiyorsun? Ya başına bir şey gelirse? İstersen başka bir menajer göndereyim?]
“Gerçekten iyiyim. Yani… en azından canım yanmıyor.”
Yoon Hye-an, kişisel işleri için bile mutlaka menajerle giderdi. Yongjae’nin bunu doğal karşılaması boşuna değil. Ama Choi Hongseo böyle şeyleri yük gibi hissediyordu.
Eskiden idol olduğundan, markete bile gideceği zaman haber verirdi. Bu sürekli göz hapsi, sadece idol olduğu için değil, onun boğucu hayatının bir parçasıydı.
[Tamam hyung, onu da söylerim patrona. Ama bak! Pazartesi’yi boş bırakman lazım. Yönetmenle ve bazı ekip arkadaşlarıyla buluşacağız.]
“Kimler?…”
[Seçmelere giren diğerleri işte! Resmi bir program değil ama önemli. Lütfen ajandana yaz hyung, ne olur.]
“Tamam, anladım. Merak etme.”
Choi Hongseo’nun başrolü kaptığı gün de benzer bir etkinlik yapılmıştı. Oyuncularla ekip bir araya gelip hem tanışıyor hem de filmle ilgili konuşuyorlardı.
Herkes ARA Elektronik’in başkan yardımcısı Lee Hae-seong’un o toplantıya gelmeyeceğini sanmıştı. Ama o herkese ters köşe yapıp gelmişti.
Ve Choi Hongseo’nun “Geleceğini hiç sanmamıştım.” demesine karşılık, şöyle demişti:
‘Buraya gelip seni görebilirdim. O yüzden gelmeliyim diye düşündüm.’
Bu sefer de gelecek mi acaba? Choi Hongseo orada olmayacakken bile?
Telefonu kapattıktan sonra öylece kala kalmıştı. Ta ki Tiffany tekrar ağlamaya başlayana kadar. Bu sefer iyice sinir olmuş gibiydi.
“Pardon, pardon… Şimdi veriyorum, bekle.”
Choi Hongseo, plastik çubuklu ambalajı açtı ve mutfak zeminine çömeldi. Tiffany, ödül mamasını görünce ön patilerini onun eline koydu ve kafasını bile eğmeden mamasına
ulaştı. Bu yaş mama vakti, kedinin ona ilk temasıydı. Normalde olsa hemen telefonla o tatlı anı çekerdi ama bugün… Sadece boş boş baktı.
Yoon Hye-an’ın bedeninde uyandığımdan beri seçmeler peşinde koşturuyorum. Bilerek sadece “rolü alacağım” kısmına odaklandım, çünkü başka türlü akıl sağlığımı koruyamazdım.
Ama ben “krem konağı” haberlerinde defalarca “merhum Choi Hongseo” yazısını gördüm.
Peki ben kimim?
Yoon Hye-an’ın bedeninde Choi Hongseo olduğunun farkında olan ben, neyim?
Hwang Ji-woo rolünü alırsam, Choi Hongseo’nun ölümünü kabul etmeye hazırdım. Ne kadar korkarsam korkayım, bu gerçekle yüzleşmem gerekiyordu.
Artık ya kendimle, ya da kendim sandığım kişinin ölümüyle yüzleşmeliydim.
Tiffany’ye ödülünü verdikten sonra, biraz daha toparlanmış bir zihinle çıkışa hazırlandı. Üzerine Yoon Hye-an’ın lüks kıyafetlerinden birini giydi. Göze çarpmayan ama yine de pahalı olan bir çantaya eşyalarını koydu. Zaten dolap tamamen lüks kaynıyordu, başka seçeneği yoktu ki.
“Tiffany, eğlenmene bak.”
Tiffany mamasını yedikten sonra hemen kedi tırmalama direğine gitti ve favori oyuncağına daldı. Ayakkabılarını giymeyi bitirene kadar onunla hiç ilgilenmeyen kedi, son anda durup ona baktı.
“Gitmemi istemiyor musun? Kızgın mısın?”
Tiffany konuşabilseydi, muhtemelen hata yaptığı için onu azarlardı. Bu düşünceyle Hongseo gülümsedi ve kapı aralığından bir el salladı.
“Hemen döneceğim.”
**
Bongandang binasının çevresinde iyi bakılmış yemyeşil bir park vardı, bu yüzden yürüyüş yapan insanlara sık sık rastlanıyordu.
Güneş sıcaktı ama yakmıyordu, hava mis gibiydi. Ne terletiyor ne de üşütüyordu. Gökyüzü de kupkuru, masmaviydi. Bildiğin mis gibi bir sonbahar günüydü.
Ama yine de havada bir uğursuzluk kokusu vardı. Ölümün kaydedilip saklandığı yerlerin o meşhur soğuk gölgesi. Arkandan sessizce yürüyen, ayak sesi bile çıkmayan bir uğursuzluk ensene kadar dayanmış gibiydi.
Choi Hongseo, parkta ağır ağır yürürken yüzüne acı bir gülümseme yerleşti. Ne kadar güzel süslenirse süslensin, ölümün gölgesinden arınamayan bu bina… sanki eski haline benziyordu.
Ne giyersen giy, ne kadar makyaj yaparsan yap, ne kadar gülersen gül… içindeki karanlık saklanmıyordu.
Zaten o zamanlar, bu karanlığı fark eden insanlar onun için “Choi Hongseo bir tuhaf, üstünde uğursuz bir gölge var” diyorlardı. Bazılarıysa “Onun cazibesi o hüznünde saklı” deyip hayran kalıyordu.
Kimi için bu özellik iticiyken, başkası için tam tersi olabiliyordu.
Eskiden Hongseo, onu sevmeyenlerin fikrini değiştirmeye kafayı takmıştı. Şimdi ise her şeyi kaybetmişken, belki sadece sevenlerin bakışlarına odaklanabilirdi…
Ama artık, Choi Hongseo adına elde kalan hiçbir şey yoktu.
O boş düşünceleri kafasından atıp binaya adım attığında, içerideki soğukluk yüzüne çarptı. Sanki zaman burada durmuştu. Dış dünyayla bağlantısı kesilmiş, kendi halinde çürüyen bir zaman kapsülü gibiydi. O hissiyat adımlarını iyice yavaşlattı.
Choi Hongseo’nun naaşı, binanın VIP odasında yer alıyordu.
Oda gün ışığıyla yıkanmıştı, bir duvar tamamen tavandan tabana pencereydi. Ahşap zemin lüks kokuyordu, ortaya otel salonunu andıran konforlu koltuklar dizilmişti.
“Beni buraya kim koydu acaba?”
İlk aklına gelen, ailesi olmadı tabii ki. Choi Hongseo içinden acı acı güldü.
Yorum